CEVAPLAYALIM:MİTOKONDRİ NEDİR?
Mitokondri, hücre organelerinden biridir. Yunanca mitos (iplik) ve khondrion (tane) sözcüklerinden türetilmiştir.
Boyları 0,2-5 mikron arasında değişir. Şekilleri ise ovalden çubuğa kadar değişkenlik göstermektedir. Bazı hücreler tek bir büyük mitokondri içerebilse de çoğunlukla büyük sayılarda bulunurlar. Bir karaciğer hücresinde sayıları 2500 civarına ulaşabilir. Bölünüp çoğalma özelliğine sahiptirler.
Mitokondriler, oksijenli solunum yapan ökaryotik hücrelerde bulunur. Prokaryotik hücrelerde ve memelilerin alyuvarlarında bulunmaz.
== Yapısı == Dış ve iç zar olmak üzere iki zar ile çevrelenmiştir. Zarlar çift katlı fosfolipit tabaka ve bunun içine gömülü proteinlerden oluşur; yapısal olarak hücre zarına benzer.
İç ve dış zarların farklı özellikleri vardır. Dış zar %50 oranında fosfolipitten oluşmaktadır ve çeşitli enzimler içermektedir. İç zar ise fosfolipidden çok proteinlerden oluşmuştur. Düzgün dış zar içinde, iç zar kıvrımlı yapısı ile geniş bir yüzey oluşturmaktadır. Bu kıvrımlara krista (cristae) denmektedir. Cristae, Latince tarak demektir. Kristanın üzerinde elektron taşıma sistemi enzimi bulunur. Ribozom, DNA ve RNA moleküllerinden oluşmuşlardır.
Mitokondrial (mitokondriye ait) matriks çeşitli enzimlerin yanı sıra ribozomlar ve küçük bir miktar da DNA molekülü barındırır. Bu da mitokondriyi bazı diğer organellerden ayırır. Mitokondrial matriksin bu tür özellikleri ökaryot hücre oluşumu ve mitokondrinin ilkel zamanlarda bir hücre organeli olarak nasıl oluştuğu konusunda çeşitli savlara neden olmuştur.
Hücre içindeki hayatsal olaylara gerekli enerjinin %95'ini sağlarlar. Solunum, oksidasyon ve fosforilasyon için gerekli enzim ve koenzimlere sahiptirler.
Bu organeller besin maddelerinin oksitlenip parçalanarak enerjinin açığa çıktığı yerlerdir. Metabolizma olayları yönünden çok aktif olan hücrelerde, fazla enerjiyi sağlamak üzere çok sayıda mitokondri vardır
CEVAPLAYALIM:GOLGİ AYGITI NEDİR?
Golgi aygıtı, bir hücre organelidir. Çekirdeğe uzak sentriyolün civarında bulunan kanalcık ve kesecik sistemidir. Granülsüz endoplazmik retikuluma benzer, yani üzerinde ribozom yoktur. Golgi aygıtı, salgı yapan hücrelerde ve sinir hücrelerinde iyi gelişmiştir. Alyuvar ,sperm ve bakteri gibi hücrelerde bulunmaz. Golgi aygıtı lizozomların zarını oluşturur. Golgi aygıtı, lipoprotein, glikoprotein, mukus ve bitkilerde selüloz gibi maddelerin üretilip, salgılanmasını sağlar. Hücre zarı yapımında zar fabrikası gibi çalışır. Gerektiği zaman yağları depolar. Uzun zaman pek önemli bir organel olmadığı gerekçesiyle dikkate alınmayan golgi aygıtı; son zamanlarda hücre zarının özgüllüğünü saptamada önemli görev alması nedeniyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Golgi aygıtının bozulması, salgıların azalmasına neden olur. Örneğin,tükürük bezinden salgılanan tükürüğün azalmasında golgi aygıtı etkilidir. Tükürüğün azalması ağzın kurumasına neden olur.
CEVAPLAYALIM MADDE VE MADDENİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?ÇÖZELTİ ÇÖZÜNME NEDİR?
MADDE
Madde:Madde kütlesi,hacmi ve eylemsizliği olan her şeydir.Maddenin aynı zamanda kütlesi hacmi vardır.maddenin üç fiziksel hali vardır:
1)Katı:Maddenin belirli bir şekle ve hacme sahip en düzenli halidir. Örnekemir,Tahta,Buz birer katı örneğidir.
2)Sıvı:Sıvı maddenin belirli bir hacmi vardır,ancak belirli bir şekli yoktur.Sıvıyı oluşturan tanecikler arasında az da olsa boşluk bulunur.Örnek: Su.benzin,alkol
3)Gaz: Maddenin sıvı hal gibi belirli bir şekli yoktur.Bir gazın hacmi bulunduğu kabın hacmine eşittir.Gazların hacimleri basınç ve sıcaklıklarına bağlı olarak değişir.Hava,Karbondioksit,oksijen birer gazdır.
Maddenin ortak özellikleri:
Kütle:Madde miktarı ile büyüklüktür.Kütlenin SI’daki birimini kilogram(kg) dır.Ancak kg’ın binde biri olan gram (g)’da kullanır.
Hacim:Bir maddenin atmosferde kapladığı yerdir.Hacim’in birimi metre küp (m3) olarak kullanırız.günlük hayata ve deneylerde litre (L)olarak kullanırız.
Maddenin ayırt edici özellikleri:
Özkütle: maddenin kütlesine ve hacmine baglıdır
Erime Noktası:Bir maddenin katı haleden sıvı hale geçmesidir.Sıvılar için ayırt edicidir.
Donma Noktası:Bir maddenin sıvı halden katı hale geçmesidir. Sıvılar için ayırt edicidir.
Kaynama Noktası: Bir maddenin sıvı halden gaz haline geçmesidir. Sıvılar için ayırt edicidir.
Yoğunlaşma Noktası:Bir maddenin gaz halinden sıvı hale geçmesidir.Gazlar için ayırt edicidir.
Süblinleşme: Bir maddenin katı halden gaz haline geçmesidir.Katılar için ayırt edici özelliktir.
Etrafımızda çok değişik maddeler vardır.Bu maddelerin aynı yada farklı olduklarını nasıl ayırt edebilirsiniz.Bu maddelerin sadece kütlelerini yada hacimlerini ölçmemiz bunları farklılandırmak için yeterli mi?
Bir maddenin farklı olduğunu hacim ve kütlelerini ölçmekle tamamen farklı olduğunu söyleyemeyiz. Bunun yanında karşılaştırılan maddelerin erime noktası, kaynama noktası gibi özelliklerine de bakmamız gerekmektedir. Sadece kütle ve hacimleri ölçmekle yoğunluk hesabı yaparak kısmen de olsa maddenin aynı ya da farklı olduğunu söylemek de mümkündür.
Suyun kaynama noktası 100 oC dir. Su kaç oC de buharlaşır? Buharlaşma olayını açıklayarak, kaynama noktası ile karşılaştırmasını yapınız.
Suyun kaynama noktası 100 oC olması demek suyun bu noktanın altında buharlaşmayacağını göstermez. Su her zaman donma noktasının üzerinde buharlaşır. Suyun Kaynama noktası dış basınca karşı yapılan bir işlemdir. Su dış basınç ile aynı düzeye geldiğinde kaynamaya başlar. Su donma noktasının dışında dışarıdan aldığı ısıyı değerlendirerek kaynama noktasına bakmaksızın buharlaşma işlemini gerçekleştirir.
Göller ve nehirler kışın donarlar, ama içlerindeki hayat devam eder. Bu nasıl gerçekleşir?
Buzun yoğunluğu suyunkinden azdır ve bu nedenle buz su üzerinde yüzer. Isı iletimi konusunda kötü bir iletken olan buz, suyu aşağıda yalıtır ve bu suyun sıcaklığının donma noktasının altında kalmasını sağlar. Aslında böyle olması işimize gelir, çünkü en üstten en alta kadar bütün su kütlesi donacak olsa, su içindeki hayat tamamen yok olurdu. Üstelik sıcaklık 0 o C’ın biraz üstüne çıktığında, buz tabakasının üst kısımları erimeye başlamaz. Bunun nedeni buzun bazen erime noktasının üzerindeyken bile yarı kararlı katı halde kalabilmesidir. Bu durum buzun saflık derecesiyle ilgilidir.
Element : Yapısında tek cins atom ihtiva eden saf maddelerdir. Örneğin, Fe, C, N, O...
Metaller ve genel Özellikleri
1. Isı ve elektriği iyi iletirler.
2. Hg hariç hepsi oda sıcaklığında katıdır.
3. Asit çözeltileriyle çoğu H2 gazı açığa çıkarırlar.
4. Kendi aralarında bileşik yapamazlar, fiziksel bir karışım olan alaşımları oluştururlar. Örneğin prinç (Cu-Zn), tunç (Cu-Sn) , çelik (Fe-C-Cr...), 18 ayar altın (%75 altın-%25 Cu)
5. Elektron almazlar.
6. Yüzeyleri parlaktır.
7. Dövülebilir,tel ve levha haline getirilebilirler.
Ametaller ve genel Özellikleri
1. Isı ve elektriği iletmezler.
2. Oda sıcaklığında çoğu gaz halindedir.
3. Kendi aralarında ve metallerle bileşik yapabilirler.
4. Elektron alış-verişi yapabilirler.
5. Sulu asitlere çoğu etki etmez.
6. Yüzeyleri mattır.
7. Kırılgandırlar.
Bileşik : Yapısında en az iki cins atom ihtiva eden saf maddelerdir. Örneğin, H2O, C6H12O6, NH3...
Çözelti: Birbiri içerisinde homojen dağılmasıyla oluşan karışımlara çözelti denir. Hava, lehim,gazoz,deniz suyu....gibi.
Süspansiyon : Bir katının bir sıvı içerisinde ya da havada (sis içinde) çözünmeden dağılmasıyla oluşan heterojen karışımlardır. Ayran,kahve,tebeşir tozu+su....
Emülsiyon : Bir sıvının başka bir sıvı içerisinde çözünmeden dağılmasıyla oluşan heterojen karışımlardır.
Örnek: Zeytinyağlı su, benzinli su...
Karışımlarla Bileşikler Arasındaki Farklar ve Ortak Yanları
1. Karışımı oluşturan maddeler karışım içerisinde kendi özelliğini koruduğu halde bileşiği oluşturan elementler fiziksel ve kimyasal tüm özelliklerini kaybederler.
2. Karışımı oluşturan maddeler her oranda karıştığı halde, bileşiği oluşturan elementlerin kütleleri arasında her zaman basit bir oran vardır.
3. Karışımlar fiziksel yollarla oluşur ve fiziksel yöntemler bileşenlerine ayrılır. Bileşikler ise kimyasal yolla oluşur ve kimyasal yöntemlerle ayrışırılar.
4. Karışımların formülü olmadığı halde, her bileşiğin mutlaka bir kimyasal formülü vardır.
5. Karışımların belirli fiziksel özelliği (öz kütle, kaynama noktası, erime noktası...) olmadığı halde bileşikler bu özelliklere sahip saf maddelerdir.
6. Karışımlar ve bileşikler oluşurken toplam kütle korunur. Bu durum her ikisi içinde ortaktır.
7. Karışımlar ve bileşikler en az iki cins atom ihtiva ederler.
Ayırt edici Özellikler
1.Öz Kütle : Bir maddenin birim hacminin kütlesine denir. Katı-sıvı-gazlar için ayırt edicidir.
m=d.v
Öz kütleyi sadece sıcaklık ve basınç değiştirebilir. Sıcaklık arttıkça maddenin hacmi artar fakat kütle değişmez. Hacim artınca öz kütle azalır.
2. Kaynama Sıcaklığı : Saf bir sıvının buhar basıncının atmosfer basıncına eşit olduğu sıcaklığa kaynama sıcaklığı denir. Sıvılar ve gazlar için ayırt edici bir özelliktir, çünkü kaynama sıcaklığı yoğunlaşma sıcaklığına eşittir.
Tüm maddelerin ortak iki özelliği, kütle ve hacimdir.
Kütle:Kütle bir cisimde ki madde miktarıdır. (Kütle ile ağırlık aynı anlama gelmez)Bir cisme etkiyen yer çekimi kuvveti onun ağırlığıdır. Dünya'da ve Ay'da yer çekimi farklı olduğundan burada ölçülen ağırlıklarda farklıdır.Ama madde miktarı(kütlesi) her yerde aynı olduğundan değişmez.
Hacim:Maddenin boşlukta kapladığı yerdir.Her maddenin bir hacmi vardır
Bir maddenin diğer maddelerden farklılık gösteren özellikleri,onun ayırt edici özelliğidir. Maddenin şekline, miktarına, tadına, kokusuna vb. bağlı olmayan,madde üzerinde doğrudan doğruya görünmeyen farkları ortaya koyan özelliklere ayırt edici özellikleri diyoruz Öz kütle, esneklik,erime ve kaynama noktası,öz ısı, genleşme ve çözünürlük sıkça karşılaştığımız belli başlı ayırt edici özelliklerdir.
VÜCUDUMUZU TANIYALIM RESİMLİ
Canlılarda bazı tepkilerin alınmasını sağlayan hücreler vardır.Bu hücreler duyu organlarını meydana getirir. Bu duyu organları beyin tarafından kontrol edilir.
Duyularımız ve Beyin
Çevremizde olup bitenleri duyularımız aracılığıyla anlarız. Örneğin, çevredeki cisimleri gözlerimizle görür, sesleri kulaklarımızla işitiriz. İyi ve kötü kokuları, burnumuzla algılarız. Besinlerin tatlarını dilimizle anlar, cisimlerin sertliğini, yumuşaklığını, soğukluğunu ve sıcaklığını derimizle hissederiz.
Duyuların alınmasını sağlayan yapılar reseptörler olarak adlandırılır. Reseptörlerle alınan uyartılar duyusal sinirlerle beynin ilgili merkezlerine iletilir.
Kısacası duyu organlarımız, çevreden gelen uyarıları, duyu sinirleriyle beynimize gönderir. Beyin aldığı uyarıları değerlendirir, sonucu hareket sinirleriyle duyu organlarına bildirir. Sonuçta organlar, görevlerini yerine getirerek, çevreyle uyum içinde olmamızı sağlar. Her duyu organı almış olduğu uyartıyı beyinde değerlendirip, tepkisini ilgili organda gösterir.
.Her bir reseptör uyaranın ne olduğuna bakmaksızın ancak özelleşmiş olduğu cevabı verir. Örneğin göz ışığa duyarlıdır, kulak titreşime duyarlıdır, burun ve dil suda çözünen maddelere duyarlıdır, deri dokunmaya duyarlıdır.
İnsanda dış ortama açık 5 duyu organı vardır. Görme, işitme, tatma, dokunma ve koklama olmak üzere beş duyumuz vardır. Görme duyusu organımız gözler, tat alma duyusu organımız dildir. Koklama duyusu organımız burun, işitme duyusu organımız kulaktır. Derimiz ise dokunma duyusu organımızdır.
GÖZ VE GÖRME DUYUSU
Gözler ışığa duyarlıdır. İnsanlarda göz,ışık alan ve bundan dolayı görme olayını gerçekleştiren çok özelleşmiş bir organdır. Gözler kafatasının göz çukuruna yerleşmişlerdir. Göz görme işinde doğrudan görev alan kısımlar ve bunları koruyan yapılardan meydana gelmiştir. Bu koruyucu yapılar; kaşlar ,göz kapakları, kirpikler, gözyaşı bezleri ile göz yuvarlığını göz çukuruna bağlayan ve hareketini sağlayan kaslardır. Göz kapakları göz yaşı bezlerinin çıkardığı sıvıyı kırpma hareketi ile gözün saydam tabakasına yayarak bu tabakanın kurumasını engeller. Ayrıca kapanarak gözü korur.
Gözün görmeyi sağlayan kısımları ise; reseptörler, mercek ve ışık etkisiyle oluşan uyartıları (impulslar) beyne ileten sinirlerden ibarettir.
Göz yuvarlığı dıştan içe doğru 3 tabakadan oluşur. Sert tabaka, damarlı tabaka ve ağ tabaka dır.
1- SERT TABAKA
Göz yuvarlığını en dıştan saran, parlak beyaz, sık telli bağ dokudan yapılmış sert bir tabakadır.Bu tabaka gözün iç kısmında bulunan daha nazik dokuları korur ve göz yuvarlağına dayanıklılık kazandırarak gözün şeklinin bozulmasını önler.
Sert tabaka, gözün ön tarafında ve ortasında incelerek saydamlaşır ve “saydam tabaka”yı oluşturur. Işığı geçiren saydam tabakaya "KORNEA" denir. Saydam tabaka (kornea) göze gelen ışığı kırarak gözün iç bölgesindeki göz bebeğine geçirir.
2- DAMAR TABAKA
Sert tabakanın altında yer alır. Gözü besleyen kan damarları bu tabakada bulunur. Damar tabakanın iç yüzeyinde, siyah renk maddesi taşıyan hücrelerin (melanin) meydana getirdiği bir tabaka bulunur. Bu tabaka fazla ışığı emerek göz yuvarlağının içini karanlık bir oda haline çevirir.
Damar tabaka gözün ön kısmında kalınlaşarak merceği tutan askılarla, İRİS adı verilen renkli kısmı meydana getirir. İRİS,düz kaslarla donatılmış ve renk maddesi (pigment) yönünden zengin hücrelerle, dokulardan yapılmıştır. İris taşıdığı renk maddesine göre kahve rengi, yeşil ve mavi renklerde olur. İrisin ortasında, göz bebeği denilen ve göze ışığın girmesini sağlayan küçük bir delik vardır.Göz bebeği iristeki kaslarla büyütülüp küçültülebilir. Böylece göze giren ışık miktarı ayarlanır. Kuvvetli ışıkta göz bebeği küçülür, az ışıkta büyür.
GÖZ MERCEGİ irisin arkasında yer alır. İki taraflı dış bükey olan saydam bir yapıdır.Üzeri esnek saydam bir zarla örtülüdür.Mercek göz bebeğinden giren ısınları kırılarak ağ tabaka üzerine düşmesini sağlar. Mercek, halka seklindeki mercek bağları ile gözün kirpiksi cismine tutunur. Kirpiksi cisim ,sert tabaka ile saydam tabakanın bırlesme bölgesine yakın bir yere tutunan dairesel ve uzunlamasına kas liflerinden meydana gelmiştir.Bunlara kirpiksi kaslar denir. Saydam tabaka ile mercek arasında kalan boşluğa ön oda adı verilir.Göz merceği ile iris arasında kalan küçük boşluğa ise arka oda verilir.Mercek ile ağ tabaka arasında kalan kısmı,camsı cisim denilen berrak ve jelatinimsi bir madde ile doludur.
3- AG TABAKA (RETINA)
En içteki tabakadır. Işığa duyarlı reseptör hücreler ile sinir hücreleri ile döşenmiş karmaşık bir yapıya sahiptir. Reseptör hücrelerde sinirler bu tabakaya ağ gibi yayıldığı için Ağ tabaka denmiştir.
Ağ tabakadaki duyu sinirlerinin aksonları göz yuvarlağının arka tarafında bir noktada birleşerek göz sınırını meydana getirirler. Optik sinirin göz yuvarlağından çıktığı bölgede reseptörler olmadığı ve görüntü meydana gelmediği için kör nokta adını alır.
Saydam tabaka ile göz merceğinden geçen eksenin, gözün arka kutbunda retinayı kestiği yerde çukurca bir bölge vardır."SARI LEKE" denilen bu kısımda ağ tabaka oldukça incedir.
Görmenin fizyolojisi
Cisimleri görmemizi sağlayan duyu organımız gözlerimizdir. Ancak, görmenin gerçekleşebilmesi için ışığa ihtiyacımız vardır. Cisimlerden yansıyan ışık saydam tabaka ve göz bebeğinden geçerek merceğe gelir. Mercekte kırılan ışık, ağ tabaka üzerindeki sarı benekte ters bir görüntü oluşturur. Bu ters görüntü, duyu sinirleriyle beyne iletilir. Beynimiz aldığı uyarıyı değerlendirir ve cismi düz olarak görmemizi sağlar.
Göz uyumu : Uzağa veya yakına baktığımızda göz merceği yassılaşıp şişkinleşerek odak uzaklığını ayarlar. Böylece görüntü net olarak retinaya(ağ tabaka) düşer. Buna göz uyumu denir.Cismin görüntüsü sarı lekeye ters ve cisimden küçük olarak düşer. Görme sinirleri uyartıyı beyine gönderir. Beyinde görüntü düz ve cisme eşit olarak algılanır.
Mercek gözü iki bölüme ayırır. Saydam tabaka ile mercek arasına “ön oda” , mercek ile ağ tabaka arasındaki geniş boşluğa”arka oda” denir. Göz yuvarlağının içi ışığı kırma ö-
zelliği olan “göz sıvısı” ile doludur. Arka odayı dolduran sıvıya “camsı cisim” denir.
Sarı lekedeki hücrelerin iyi görev yapabilmesi için “A” vitamini gereklidir. A vitamini eksikliğinde “gece körlüğü” hastalığı ortaya çıkar.
KULAK VE İŞİTME DUYUSU
İşitme ve denge organımızdır. Üç kısımda incelenir.
Dış Kulak : Kulak kepçesi ve kulak yolundan oluşur. Ses dalgalarının toplanarak kulak zarına iletilmesini sağlar. Kulak yolu içindeki kıllar ve kulak yolundan salgılanan sıvı kulağa yabancı toz gibi maddelerin girmesini önler. Kulak yolundan salgılanan sıvı(kulak kiri) aynı zamanda kulak zarının yumuşaklığını sağlar. Kulak zarı dış kulakla orta kulağı birbirinden ayırır.
Orta Kulak : Kulak zarı ile oval pencere denilen zar arasında küçük bir oda gibidir. Kulak zarına bağlı ilk kemik “çekiç” kemiğidir. İkinci kemik “örs” ve üçüncü kemik “üzengi” kemiğidir. Bu kemiklerin üçüne birden “kemik köprü” denir. Bu kemikler kulak zarından alınan ses dalgalarını iç kulağa iletir. Vücudumuzun en küçük kemiği üzengi kemiğidir.
Orta kulak “östaki borusu” ile yutağa açılır. Östaki borusu dış kulak ile orta kulak arasındaki hava basıncını dengeleyerek kulak zarını korur.
İç Kulak : İşitmeyi sağlayan yerdir. İçinde işitme sinirleri ve duyu hücreleri bulunur. Orta kulaktan itibaren “oval pencere”ile başlar. İç kulaktaki “dalız” oval pencere yoluyla gelen ses dalgalarını sıvı dalgalanması halinde “salyangoz” a iletir. Salyangozun içinde işitme duyu hücrelerinin bulunduğu “korti organı” bulunur. Buradan da işitme duyu sinirleriyle alınan u-yartı beyine taşınır ve ses beyin tarafından algılanır. Salyangozun üst kısmında “üç yarım daire kanalı” bulunur. Bu kanalların içindeki sıvı ile vücudun dengesi algılanarak beyine bildirilir. Kulak, işitme görevinin yanı sıra, vücudun dengede durmasına da yardım eder. Bu dengeyi, iç kulakta bulunan yarım daire kanallarıyla sağlar. Vücudun dengesini “beyincik” sağlar.
İşitmenin fizyolojisi
Dış ortamdan gelen ses dalgaları kulak kepçesi tarafından toplanarak dış kulak yolu boyunca kulak zarına iletilir. Kulak zarı; dış kulak ve orta kulağı birbirinden ayırır. Ses dalgalarının kulak zarında yaptığı titreşimler orta kulakta bulunan ve sırasıyla çekiç,örs ve üzengi olarak isimlendirilen kemikçiklerde hareket oluşturur. Bu kemikçikler kulak zarı ile iç kulak arasında irtibat oluştururlar. Yani kulak zarında oluşan titreşimleri iç kulağa iletirler. İç kulakta labirent adı verilen ve işitme ve dengeden sorumlu organ tarafından alınan ses dalgaları işitme siniri boyunca beyne iletilir. Beyin gelen ses dalgalarını analiz eder ve işitme fonksiyonu gerçekleşmiş olur.
Ses dalgalarının izlediği yol :
DİL VE TATMA DUYUSU
Tat alma organımızdır. Ancak tat dışında sindirim ve konuşma gibi olaylarda da görev alır. Dil kaslardan yapılıdır. Üzerinde girintili çıkıntılı tat alma cisimcikler i(tat memecikleri , papilla) bulunur. Dilimiz suda çözünebilen maddelerin tadını alabilir ve dört farklı tada duyarlıdır. Dilin farklı bölgeleri farklı tatlara duyarlıdır. Ucu tatlı, orta kenarları tuzlu, arka kenarları ekşi ve arkası acı tatları algılar.
Tat almanın fizyolojisi
Üzeri deriyle kaplı olan dilimiz, tükürük bezlerinin yardımıyla sürekli ıslak kalır, besinleri tükürük yardımıyla ıslatır. Islanan besin maddeleri sinirler üzerinde kimyasal bir etki meydana getirir. Bu etki, sinirler tarafından beyne iletilir. Beyin, tadın hangi maddeye ait olduğunu anlamamızı sağlar.
BURUN VE KOKLAMA DUYUSU
Burun koku alma organıdır. Uç kısmı kıkırdak, arka kısmı kemikten yapılıdır. Burun boşluğu “sapan” kemiği ile ikiye ayrılır. Boşluklardan ortaya doğru üçer tane kemik çıkıntı iner. Aralarında hava dolaşan bu kemiklere “boynuzcuk kemikleri” denir. Bu kemiklerin arasındaki boşluklara “sinüs” denir. Sinüslerin iltihaplanmasına “sinüzit” denir. Burun boşluğu mukus salgısı yapan epitel hücreleriyle döşenmiştir. Burun içindeki kıllar ve mukus kirli havayı temizler, mukus havayı nemlendirir, burun içindeki kıvrımlar havayı ısıtır.
Koku almanın fizyolojisi
Koku alma sinirleri burun boşluğunun üst tarafındaki “sarı bölge” de bulunur. Havaya karışan koku zerrecikleri mukus içinde çözünerek koklama sinirlerini uyarır. Duyu sinirleri bu uyartıyı beyine taşır. Böylece koku algılanır.
Koklama ve tatma duyuları suda çözünebilen maddelere duyarlıdır. Bu nedenle birbiriyle yakından ilgilidir. Örneğin nezle olduğumuzda koku ve tat alma duyularımız iyi çalışmaz.
Erişkin bir insan yaklaşık birkaç bin kadar kokuyu rahatlıkla ayırt edebilir. Kadınların ve çocukların koku alma duyusu daha gelişmiştir. İnsanların CO gibi zehirli gazları algılayabilme yeteneği yoktur.
Koku reseptörleri çok çabuk adapte olurlar. Kokunun alındığı ilk saniyede yaklaşık %50oranında adaptasyon gerçekleşir. Ve sonraki birkaç dakika içinde o kokuya adapte olunur. Koku duyusu ile tat duyusu birbiri ile ilişkilidir. Üst solunum yolları enfeksiyonlarına bağlı olarak kokunun alınmasında bir sorun olduğu zaman maddenin tadı farklılaşır. Koku duyusu tat duyusundan çok daha yüksek oranda hoşa gitme veya gitmeme şeklinde lezzetin ortaya çıkmasında etkilidir.
DERİ
Dokunma duyu organımız deridir. Ancak derinin duyu dışında başka görevleri de vardır.
Dıştan içe doğru ölü tabaka, üst deri, alt deri ve yağ tabakalarından oluşur. Üst derinin canlı olan alt kısmında deriye rengini veren renk tanecikleri (melanin pigmenti) bulunur.Alt deri üst deriden daha kalındır. Alt deride kıl kökleri, yağ bezleri, ter bezleri, duyu cisimcikleri, kılcal kan damarları, duyu sinirleri bulunur.
Derinin Görevleri:
a) Dokunma duyu organıdır. Basınç, sıcak-soğuk, ağrı ve sertlik-yumuşaklık, düzlük- pürüzlülük gibi duyuları algılar.
b) Terleme yaparak boşaltıma yardım eder.
c) Gaz alışverişi yaparak solunuma yardım eder.
d) Vücudumuzu dış etkilerden(çarpma, mikroplar vb.) korur.
e) Vücudumuza desteklik sağlar. Estetik ve güzellik verir.
f) Vücut ısısının ayarlanmasına yardım eder.
VÜCUDUMUZUN BAZI BÖLGELERİ
Ses – Kulak yolu – Kulak zarı - Kemik köprü –D alız - Salyangoz
DERİ SİSTEMİ
DERİ YAPISI
Sahip olduğu reseptörlerle vücudun en geniş genel duyu organı olan deri, aynı zamanda vücudun en büyük ve en ağır organıdır.
Yaklaşık 5 kg ağırlığında olan deri, ortalama kalınlığı 1-2 mmdir. Ancak vücudun bazı bölgelerinde daha ince (göz kapakları: 0.5 mm), bazı bölgelerinde ise daha kalındır (sırtın üst tarafı: 5 mm).
Deri duyu organı olmasının yanında başka işlevler de üstlenmiştir. Bunların en başında ise vücudu mekanik, kimyasal, ışın ve termal zararlara karşı koruması gelir. Deri aynı zamanda vücut ısısının dengelenmesinde önemli rol oynar. Ter ile yağ bezleri ile de vücudun artık maddeleri uzaklaştırmasında rol oynar.
Yaşa bağlı olarak deri, dehidrate olarak genellikle kuruyup kırışmaya başlar. Cildin kırışması genellikle yirmili yaşların ortalarında ve yüzde başlar. Deri elastikiyetini yitirir ve derinin ter ve yağ bezlerinin aktivitesi azalmaya başlar.
Derinin yapısı

Deri dıştan içe doğru üç katmandan oluşur. Bunlar; epidermis, dermis ve hipodermistir.
Epidermis: Derinin en dış tabakası olup, keratinleşmiş örtü epitelinden oluşmuştur. Keratin tabakası ile deriyi mekanik, kimyasal ve mikrobik etkilerden koruyan epidermiste kan damarları bulunmaz. Altında bulunan bağ dokusundan diffüzyonla beslenirler. Avuç içi, ve ayak tabanı epidermisin en kalın olduğu yerlerdir.
Dermis: En kalın deri katmanıdır. Proteinden meydana gelmiş kollagen iplikler, elastik ve retiküler bağ dokusundan oluşmuştur.
Hipodermis: gevşek bir katman olup fibröz bağ dokusundan meydana gelmiştir. Bu gevşeklik sayesinde deri katmanı serbestçe hareket ettirilebilir. Yağ dokusu bu katmanda bulunur. Bu doku sayesinde vücudun şekli, yani dış görünümü ortaya çıkar.
Deri Bezleri:
1- Ter bezleri: Hemen hemen vücudun her bölgesinde bulunurlar. Dudak kenarı, vulvanın iç dudakları, tırnak yatakları, klitoris ve penis başında bulunmazlar. Ter bezleri vücut ısısının düşürülmesinde rol oynarlar. Ter bezleri strese de cevap verirler. Ayrıca seksuel aktivitede de salgı yaparlar.
2- Yağ bezleri : Dermiste bulunan yağ bezleri ayak tabanı ve avuç içi hariç tüm vücuttabulunurlar. Sebun-m denilen salgılarını direk kıl foliküllerine veya deriye verirler. Sebum derinin geçirgenliğini ayarlar ve bakteri ile mantarlara karşı koruyuculuk yapar. Ergenlik dönemine girişte hormonal değişiklikler sonucu sebum salgısı artar. Bunun sonucunda akneler oluşur.
Kıllar
Avuç içi, ayak tabanı, dudaklar, vulvanın iç dudakları ve meme uçları hariç tüm vücutta bulunurlar.
Kıllar gündüze nazaran gece, soğuğa nazaran sıcakta daha hızlı büyürler. Ergenlik döneminde başlayan vücut kıllanması 50 yaşlarına kadar devam eder. En hızlı büyüme kadınlarda 16-24 yaşları arasındadır.
Erkeklerde kadınlara nazaran daha çok kıl var gibi görünse de her iki cinste de tüm vücutta yaklaşık 10 milyon kıl vardır.
Saçların bazı koruyuculuk görevleri vardır. Saçların dökülmesinde genetik yatkınlık ve hormonal etki büyük yere sahiptir. Testesteron fazlalığı ya da östrojen azlığı kelliğe yol açabilmektedir. Ayrıca stres, yetersiz beslenme, çeşitli hastalıklar ve bazı dış faktörler de dökülmelere neden olabilir.
Kılların gelişimi fetal evrenin 3. ayında başlar. 5. aydan sonra saçlar ve kaşlar belirmeye başlar.
Eşeye göre farklılık gösteren vücut kılları 3 grupta incelenir
1- Her iki eşeyde de oluşan ve pubertede oluşan kıllar: koltukaltı kılları, pubis kılları, baş kılları ve genital kıllar
2- Erkeklerde androjenlerin etkisi ile oluşan kıllar: Sakal, dış kulak kılları, burun kılları, omuz, sırt, göğüs, karın ve kol kılları.
3- Her iki eşeyde de bulunan ve puberte ile ilgili olmayan kıllar: Kaşlar, kirpikler ve bacak kılları
Tırnaklar
Tırnaklar da tıpkı kıllar gibi epidermisin modifikasyonlarıdır. Keratin tabakası oldukça yoğundur. Aslında şeffaf görünüme sahip olan tırnaklar, altındaki vasküler doku yüzünden pembe görünürler. El tırnakları ayak tırnaklarından daha hızlı bir şekilde, haftada yaklaşık 0.5 mm kadar uzarlar. Bazen tırnaklarda meydana gelen değişiklikler bazı hastalıkların habercisi sayılabilir. İlerleyen yıllara bağlı olarak kıl ve tırnak büyüme hızı yavaşlar.
Derinin Rengi
Derinin rengi melanin ve karoten denen renk pigmentleri ile meydana gelir.
Melanin pigmenti, melanosit denilen özelleşmiş hücrelerden sentezlenir. Melanositler epidermiste yer alırlar. Tüm deride bulunan melanositler özellikle genital organların etrafında ve meme uçlarında daha fazla bulunurlar. Melanin deri haricinde kılda ve gözün retine ile iris kısmında da vardır.
Melanin nükleus ve çekirdeğigüneşin zararlı ultraviyole ışınlarına karşı korur ve kanserin ortaya çıkmasını önler.
Hangi deri rengine sahip olursa olsun tüm insanların derisinde melanin vardır fakat miktarları farklıdır.
Bazı insanlarda melanin birikerek koyu bölgelerin, yani çillerin oluşmasına neden olurken bazı insanlarda da bu durumun tam tersi olur. Yani vücudun bazı bölgelerinde melanin eksikliği sonucu beyaz lekeler ortaya çıkar.
Vücut derisinde milimetre karede yaklaşık bin kadar malanosit bulunur. Bu sayı vücudun koyu bölgelerinde iki katına çıkar.
Karoten ise deriye sarımsı bir renk verir. Karoten derinin her tabakasında bulunur. Tüm insanlarda karoten vardır fakat rengi açık olduğu için deri renginin oluşmasındakietkisi melanin ile anlam kazanır.
Deri renginin oluşumunda bu pigmentlerin yanı sıra oksijenlenmiş kanın kırmızı rengi de etkilidir.
BAĞIŞIKLILIK SİSTEMİ
Bağışıklık sistemi, insan vücudunun hastalıklara karşı savunma mekanizmasını oluşturan karmaşık bir sistemdir, vücudu yabancı ve zararlı maddelerden korur.
Bu sistem vücudumuza giren milyonlarca bakteri, mikrop, virüs, toksin ve parazitlere karşı korunmak için düzenlenmiştir.
İnsan vücudu, hastalıklara karşı bir savunma sistemiyle donatılmıştır ve bu yüzden de kendi kendini iyileştirme yeteneğine sahiptir. Hastalığa yol açan maddeler tarafından uyarıldığında, bağışıklık sistemi harekete geçer. Sistem, yabancı olarak algıladığı bir mikroorganizmayla karşılaşır karşılaşmaz, belirli hücreler bundan kurtulmak için savaşmaya başlar. Daha önce rastladığı bir mikroorganizmayı tanıyan sistem ikincisinde ondan kurtulmak için çok daha çabuk tepki verebilir. Buna kazanılmış bağışıklık denir.
Bu sistemin çalışmasının en güzel ve basit örneği mikropların vücudumuza girdiğinde onlara karşı antikorların oluşması ve bunlarla savaşılmasıdır. Aynı mikropla tekrar karşılaşıldığında bu antikorlar bizi hastalanmaktan korur. Antikor vücuda giren yabancı maddelere karşı savunma hücrelerinin verdiği yanıttır.
Farklı şekillerde faaliyet gösteren bu sistem, faaliyetlerini oldukça sessiz yürütmektedir. Bağışıklık sisteminin çeşitliliği ancak bu sistemin bir sebepten ötürü aksadığı zaman anlaşılabilir. Bir sivri sinek vücudu ısırdığı zaman, ısırılan bölge kırmızılaşır ve şişer. Bu olay bağışıklık sisteminin çalıştığını gösterir.
Mesela nefes aldığımızda havada bulunan binlerce bakteri ve virüsü akciğerlerimize taşınır. Bağışıklık sistemi bunların hepsini elimine eder ancak bazı durumlarda bazılarını geçirir ve soğuk algınlığı yada grip adını verdiğimiz rahatsızlıklar ortaya çıkar.
Bağışıklık tipleri
Kalıtsal (doğal) ve kazanılmış bağışıklık olmak üzere, iki bağışıklık tipi mevcuttur. Bağışıklık mekanizmalarından T ve B lenfositleri ile antikorlar kazanılmış bağışıklıkta, diğer bağışıklık mekanizmaları ise, kalıtsal bağışıklıkla rol oynarlar.
1- Kalıtsal (doğal) bağışıklık: Genetik yapıda mevcuttur. Doğumla birlikte kazanılıp, ölünceye kadar varlığını sürdürür.
2- Kazanılmış bağışıklık: Doğumda olmayan, daha sonraki zamanlarda spesifik antijenlere karşı kazanılmış bağışıklık tipidir. Sistem, yabancı olarak algıladığı bir mikroorganizmayla karşılaşır karşılaşmaz, belirli hücreler bundan kurtulmak için savaşmaya başlar. Daha önce rastladığı bir mikroorganizmayı tanır ve ikincisinde ondan kurtulmak için çok daha çabuk tepki verebilir. Buna kazanılmış bağışıklık denirAktif ve pasif olmak üzere ikiye ayrılır.
Aktif bağışıklık, antijenlere maruz kaldıktan sonra ortaya çıkan bağışıklıktır. Doğal kazanılmış bağışıklık çevredeki antijenlere maruz kaldıktan sonra gelişir. Yapay kazanılmış bağışıklık ise aşılarla sağlanan bağışıklık tipidir.
Aşılanma: Aşılama, bağışıklık kazanmanın yapay şeklidir. Aşılar ölü veya zayıflatılmış mikroorganizma içeren (bakteri veya virüs) ve enfeksiyon hastalıklarının tedavi ve korumasında kullanılan biyolojik ürünlerdir. Mikroorganizma zaten işlemden geçirildiği ya da ölü olduğu için hastalık kapma tehlikesi yoktur. Aşıların etki mekanizması doğal hastalığa benzerdir; her ikisi de bağışıklık sistemini uyarır ve vücuda girmiş olan mikrobu tanır ve hafıza oluşturur. Daha sonra aynı mikrop vücuda yeniden girdiğinde bağışıklık sistemi onu tanır ve hastalık yapmasına fırsat vermeden onunla savaşır ve gerekli antikorları üreterek onu yok eder. Böylece, kişi aynı tip bir aktif canlı organizmayla karşılaştığında bağışıklık sistemi zaten nasıl tepki vereceğinin bilincinde olarak ve yabancı organizma hastalığa yol açma şansı bulamadan antikor hazırlamak için hiç vakit kaybetmeyecektir.
Pasif bağışıklık Başka bir insan veya hayvan tarafından oluşturulmuş koruyucu antikorların diğer bir insana aktarılmasıdır (genellikle enjeksiyon yoluyla). Bu yolla koruma etkindir ancak kısa sürelidir ve haftalar veya aylar içinde kaybolur.
Doğal pasif bağışıklık annenin ürettiği antikorların anne karnında plasenta yoluyla, doğumdan sonra ise süt yoluyla çocuğa sağladığı bağışıklıktır. Yapay pasif bağışıklık ise hastalığı önlemek için daha önce antikor hazırlanmış olanlardan alınan immun serum ile kazanılan bağışıklıktır.
Bağışıklık sisteminin temel öğeleri
Bağışıklık sisteminde yer alan organ, yapı ve hücreler ayrıntılı bir etkileşim içindedir. Bu sistemin temel bileşenleri olan timus bezi, kemik iliği, dalak, lenf sistemi akyuvarlar (lökositler) hormonlar ve bazı proteinler hepsi birlikte birbirlerini tamamlayıcı bir işbölümü içinde çalışırlar.
Lenf düğümleri
Vücudun bir çok bölgesinde gruplar halinde bulunmakla beraber en çok karın ve kasık bölgesinde, boyunda, koltuk altında ve göğüste yer alır. Boyun, koltuk altı ve kasık bölgesindeki düğümler elle hissedilebilir.

Lenf düğümlerinin başlıca görevi vücuda giren yabancı maddelere karşı bir süzgeç oluşturarak, mikropların vücuda yayılımlarını engellemek ya da geciktirmektir. Düğümler içinde bağışıklık sistemine ait sayısız hücre bulunmakta, bu hücreler insana zarar verebilecek maddelerin geçişine engel olmaya çalışmaktadırlar. Bu mücadele sırasında lenf bezeleri şişerek elle ya da gözle fark edilebilecek boyutlara ulaşabilmektedir.
Lenf düğümleri her gün yaklaşık 10 milyar lenfosit üretirler.
Bademcikler de birer lenf düğümüdür. Bakteriler ya da virüslerle yoğun bir biçimde savaştığında, bademciklerimiz şişer ve iltihaplanır.
Timus
Göğüs boşluğunun ön üst kısmında, akciğerlerin ortasında yer alan ve iki parçadan oluşan bir organdır. Lenfosit, T lenfosit veya sadece "T hücreleri" timus'ta büyür, olgunlaşır ve bağışıklık sisteminde üstlendikleri görevleri yerine getirmek üzere yeniden kana karışırlar. Küçük çocuklarda akciğer filmlerinde rahatlıkla farkedilecek kadar büyük olan bu organ 20 yaşından sonra giderek küçülür.
Dalak
Karın boşluğunun sol üst tarafında diyaframın altında yer alır. En önemli fonksiyonu kanı süzmek yani fonksiyon dışı kalmış kan hücrelerini kandan filtre etmek ve bağışıklık sisteminde rol oynayan antibadi üreten hücrelerin gelişmesini sağlamaktır.
Kemik İliği
Kemiklerin ortasında bulunan yağlı ve gözeli bir dokudur. Bağışıklık sisteminde çok önemli işlevleri olan akyuvarlar da dahil olmak üzere bütün kan hücrelerinin yapım yeridir.
Akyuvarlar (Lökositler)
Akyuvarlar bağışıklık sistemimizin en önemli savaşçıları ve İmmunolojik savunmanın temel faktörleridir. Lökositler damar içinde dolanır iken, tehlike sinyallerini aldıkları bölgelerde damardan ayrılıp bakteri ve ölü doku gibi yabancı cisimlerin etrafını sarabilirler. Lokositler plazma kaynaklı kan proteinleri birlikte organizmanın bütünlüğünü sağlamakta askeri güç gibi görev yaparlar. Bu savaşçıların da bakteri ve virüslerin yok edilmesinde çalışan farklı çeşitleri vardır.
BAĞIŞIKLIK MEKANİZMALARI
İnsanda bağışıklığı oluşturan savunma mekanizmaları spesifik ve nonspesifik savunmalar olmak üzere ikiye ayrılır.
Spesifik savunmalar, sadece belirli bir mikroorganizma türüne etki edip diğerlerine etki etmektedir. Doğumdan sonra gelişmeye başlar.
Nonspesifik savunmalar; vücuda zarar veren unsurların hepsine karşı direnç gösteren savunma tipidir.
A. Vücudun dış ve iç yüzeylerini örten tabakalar:
Dokuları örterek koruma vazifesi yapan vücut yapılarıdır. Deri ve ağız mukozası sağlam olduğu takdirde hiçbir mikroorganizma vücudumuza ve buradan da kana giremez.
B. Flora bakterileri (faydalı bakteriler):
İdrar ve üreme kanallarında, deri, boğaz, bağırsaklar ve gözde sürekli bulunan ve normal şartlarda hastalığa sebep olmayan bakteriler vardır. Bu faydalı bakteriler, bizim için çalışırlar ve hastalık yapıcı bakterilerin bu bölgelerde yerleşmelerini engellerler. Anne karnındaki bebekte bu bakteriler bulunmaz. Doğumdan hemen sonra bu korumayı yapacak faydalı bakteriler buralara kısa sürede yerleştirilir.
C. Mekanik temizlik
Salgılar ve silyalarla geçekleşir. Salgılar, tükürük salgısı kulak arkası, çene altı ve dil altındaki bezlerden sürekli salgılanan tükürük, ağzımızı yıkamak suretiyle, dışarıdan giren zararlı bakterilerin uzaklaştırılmasına sebep olur. Ayrıca bakterilerin, gıda kaynağı olan yemek artıklarının da temizlenmesine neden olmasıyla diş çürüklerinin ve diş eti iltihaplarının önüne geçilmiş olur.
Gözyaşı, konjunktivanın (gözün beyaz dış yüzeyini ve göz kapaklarının iç kısmını kaplayan tabaka) ve korneanın (gözün saydam tabakası) yıkanarak temizlenmesini sağlar.
Silyalar, mikroskobik büyüklükte tüycük şeklindeki hücre uzantılarıdır. Burundaki silyalar; burun mukozasının üzerini kaplayan mukus (sümüksü madde) isimli koyu kıvamlı yapışkan bir sıvı, havadaki toz parçacıklarını ve mikropları tutar. Alt solunum yollarındaki yapıları (nefes borusu, bronşlar ve bronşiyoller) döşeyen epitelin üst yüzeyi de mukus ile kaplıdır. Buradaki epitel hücrelerinin de silyaları vardır. Bu silyalar da, yukarı doğru kamçı vuruşu şeklinde salınmalar yaparak, mukusu ve içindeki partikülleri ve mikroorganizmaları yutağa doğru ilerletirler. Bunlar da yutulur veya öksürerek dışarı atılır.
D. Salgılarda bulunan enzim, asit ve antikorlar:
Ø Lizozim: Vücut salgılarında (tükürük, ter, gözyaşı, genital organ salgısı vb) bulunan ve bakterileri öldüren bir maddedir.
Ø Mide asidi (hidroklorik asit, HCl): Mide bezlerinden salgılanan HCl, besinlerle mideye gelebilen bakterileri parçalayan kuvvetli bir asittir.
Ø Antikorlar: Hem kanda hem de vücut salgılarında bulunan antikorlar, mikroorganizmalara karşı savunmada rol alırlar. Anne sütünde bulunan antikorlar ise, annenin kanından süte geçirildiğinden, yeni doğan bebeğin enfeksiyonlardan korunmasında önemli bir rol oynarlar.
E. Akyuvarlar (Lökositler)
Akyuvarlar bağışıklık sistemimizin en önemli savaşçıları ve İmmunolojik savunmanın temel faktörleridir.
Akyuvarlarların % 50-60'ı granülositlerdir. Bunlar da, nötrofiller, eozinofiller ve bazofiller olarak üç sınıfa ayrılırlar:
• Granülositler
Nötrofiller: Akyuvarların en yüksek oranda bulunan (% 60-70) tipidir. Kemik iliğimiz hergün trilyonlarca nötröfil üreterek kan dolaşımına bırakır ama yaşam süreleri kısadır ki bu genelde birgünden azdır. Nötrofiller kan dolaşımına girdikten sonra hızla dokuların kapiller duvarlarına doğru hareket ederler. Elimize kıymık battığında ya da elimiz kesildiğinde nötrofiller hızla bu bölgeye göç ederler ve salgıladıkları enzimler, deterjan ve çamaşır suyu etkilerine benzer hidrojen peroksit veya diğer kimyasal maddelerle, karşılaştıkları bakterileri veya yabancı molekülleri öldürürler.
Eozinofiller: Deride ve akciğerde bulunan parazitlere öldürebilen lökosit türüdür. Parazitlere tutunarak sitoplazmalarının ihtiva ettiği granülleri (kesecikleri) parazitin içine boşaltırlar. Bu granüllerin içinde parazitleri parçalayan enzimler bulunur.
Bazofiller: Histamin denilen özel proteinler taşıdıklarından enflamasyona (iltihap) sebeb olmalarından ötürü önemlidirler. Bu hücreler allerjik hastalıkların gelişmesinden sorumludurlar.
• Lenfositler
Bağışıklık sisteminin en karmaşık organizasyonuna ve stratejilerine sahip hücreleridir. Bağışıklık mekanizmalarının en önemlisi ve en güçlüsü bu hücreler, kandaki akyuvarların % 20-30 kadarını teşkil ederler. Tüm lenfositler kemik iliğindeki ana hücrelerden kaynaklanır. Karşılaştığımız çoğu bakteri ve virüsü yok edebilen bu hücreler, T ve B lenfositleri şeklinde ikiye ayrılırlar. Bunlar diğer mekanizmaların baş edemediği mikroplara karşı son savunma hattını oluştururlar.
a- T lenfositleri:

Kemik iliğindeki kök hücrelerinden salındıktan sonra T hücresi oluşturmak üzere yönlendirilmiş olan hücreler timus'a göç ederler ve orada olgunlaşırlar. T-lenfosit adı da buradan gelir.
T-lenfositler daha sonra timusdan ayrılarak kanda ve lenf sisteminde dolaşmaya başlarlar. T lenfositlerinin de farklı işlevlerini yerine getiren farklı çeşitleri vardır. Bunlardan öldürücü T lenfositler diye adlandırılanlar bakterilere ve özellikle virüslerle enfekte olmuş vücut hücrelerine saldırırlar. Virüs taşıyan hücreleri saptayıp bu hücreleri öldürürler. Diğer T lenfosit çeşitleri de öldürücü lenfositleri destekleyen işlevleri yerine getirirler. Yardımcı T hücreleri olmazsa kazanılmış bağışıklık sistemi çöker.
T lenfositleri makrofajlar tarafından uyarıldıkları zaman, T lenfositlerinin bir çeşidi olan yardımcı T hücreleri lenfokin denen maddeyi salgılarlar. Lenfokinler; hem bir diğer T lenfosit türü olan sitotoksik (mikropları öldüren) T hücrelerini, hem de B lenfositlerini uyararak çoğalmalarını sağlarlar.
b- B lenfositleri:
Lenfositler de kemik iliğinde üretilirler. Bu hücreler doğrudan doğruya mikroplar tarafından uyarılırlar. Ancak tam uyarılıp harekete geçebilmeleri için, yardımcı T hücrelerinden salgılanan lenfokinlere ihtiyaç vardır. Lenfokinler, B lenfositlerinin çoğalmasını ve plâzma hücrelerine (plazmositlere) dönüşmesine sebep olacak özelliktedirler. Plâzmositler de kana antikor salgılarlar.
Antikor sentezi yapan lenfositler doğrudan doğruya kemik iliğinde üretilir. B lenfositler, her antijene (vücuda yabancı olan ve antikor üretimine neden olan maddeler ya da canlılar) özgü antikor üretirler. Vücuda herhangi bir antijen girdiğinde, B lenfositler çoğalır ve milyonlarca antikor üretirler. 6 aylık bebekken vücudumuz antikor üretmeye başlar. O zamana kadar anneden bebeğe geçen antikorlar iş görür.
Antikorlar, antijen niteliği taşıyan bakteri virüs ya da zehirli maddelere tepki veren Y biçiminde protein molekülleridir. Y biçimindeki antikorların kısa kollarının uç kısmında antijenlere bağlanabilmelerini sağlayan özel bölgeler bulunur. Herhangi bir antijene bağlanmış olan antikorlar, ya onların hareketine engel olur ya da bağışıklık sisteminde rol alan başka proteinlerin, hormonların ve makrofajların devreye girmesi için işaret verirler. Bu antikorlar kişiyi ikinci kez aynı mikrop ile hasta olmaktan korurlar.
"Immünoglobülinler" de denilen antikorların Ig G, Ig A, Ig M, Ig D, Ig E olmak üzere beş çeşidi vardır. Ayrıca karaciğerde yapılarak kana geçen bazı özel proteinlerin de, antikorların işlevlerini tamamlayıcı farklı rolleri vardır.
B lenfositlerinin antikor oluşturmak dışında iki önemli görevi daha vardır. Bunlardan birisi T lenfositlerine antijen sunma görevi; diğeri de saldıkları kimyasal maddelerle (sitokinler, lenfokinler) başka immunolojik hücreleri etkilemektir.
c- Doğal Öldürücü Hücreler (Katil hücreler)
Doğal Öldürücü Hücreler de kemik iliğinde yapılmaktadır Bu hücreler kan kemik iliği ve dalakta bulunurlar. Doğal bağışıklıkta rol alırlar, yani T ve B lenfositleri gibi önceden uyarılmalarına ihtiyaç yoktur. Bilhassa virüslerle enfekte olmuş veya kanserleşme eğilimi gösteren vücut hücrelerine saldırırlar. Böylece virüslere karşı önemli bir ilk savunma hattı oluşturur ve kanserin gelişmesine mâni olurlar. Bunlar büyük görünümlü lenfositlerdir En önemli görevleri, tumor hücrelerini ve virus taşıyan hücreleri öldürmektir. Virüs taşıyan hücreleri öldürdükleri halde normal hücrelere zarar vermezler
• Monositler ve Makrofajlar:
Akyuvarların %7 kadarını Monositler oluşturur. Kemik iliğinde yapılıp kan dolaşımına geçen monositler 12 saat içinde dokulara girerler ve makrofajlara dönüşürler.
Monosit ve makrofaj gibi büyük lökositler bağışıklık sistemimizin en önemli hücreleridir. Her dokunun kendine özgü makrofajları vardır.
Makrofajlar, büyük botutlu hücrelerdir. En önemli becerisi sindirme ve hazmetme yani fagositoz yapabilmesidir. Fagositoz, bağışıklığın en önemli öğelerinden biridir. Çünkü enfeksiyona karşı çabuk ve çoğunlukla da kesin bir koruma sağlar. Makrofajların önemli bir görevi de; ölmüş nötrofilleri temizlemektir. Kandaki bir akyuvar çeşidi olan monositler, kılcal damarlardan dokulara geçerek burada doku makrofajları denen çok güçlü fagositoz yapan (mikropları yutan) dev hücrelere dönüşürler. Makrofajlar vücuda giren her türlü bakteri ve virüsü yutarak parçalarlar. Bu hücreler, vücudun birinci savunma hattını oluştururlar, yani bunlar hazır öncü kuvvetlerdir. Bu hücreler, ayrıca T lenfositleri adı verilen çok özel hücreleri uyararak onların çoğalmalarını sağlarlar.
F. Plâzmadaki (kan sıvısındaki) faktörler
Ø Antikorlar: Plâzma hücreleri tarafından kana salgılanırlar. Hangi mikrop tarafından uyarılmışlarsa, ona karşı savunmada rol alırlar. Antikorlar tesirlerini ya doğrudan (bakteri zehirlerini nötralize ederek veya bakterileri kümeleştirip çöktürerek, virüsleri nötralize ederek, mikroorganizmaları parçalayarak) yahut kompleman ismi verilen çok özel bir sistemi harekete geçirerek gösterirler.
Ø Kompleman proteinleri: Plâzmada inaktif olarak bulunan kompleman proteinleri, antijen ve ona karşı meydana gelmiş antikor kompleksi tarafından uyarıldığında, aktif kompleman bileşikleri oluşur. Bu bileşikler çeşitli tesirlere sahiptirler (kemotaksis, opsonizasyon, mast hücreleri ve bazofillerin uyarılması sonucu inflamasyon gelişmesi, mikroorganizmaların parçalanması).
Ø İnterferonlar: Virüsler vücut hücrelerine girip, hücrelerde çoğalmalarını sağlayan proteinlerin sentezlenmesine sebep olurlar. Lenfositler ve diğer lökositler tarafından salgılanan interferonlar, virüslerle tanışmış vücut hücrelerine bağlanarak bu proteinlerin yapımına engel olacak şekildedirler. Böylece virüsler çoğalamaz.
Ø Properdin: Plâzmada bulunan bir proteindir. Bazı virüsleri nötralize ettiği, bazı bakterileri de parçaladığı bildirilmiştir.
Ø Akut faz proteinleri: Karaciğer tarafından hızla sentezlenen çok sayıda serum proteinleri (C-reaktif protein, fıbronektin, vb) enfeksiyon sırasındaki müdafaada rol alırlar.
Ø Beta-lizin: Bazı bakterileri parçalayan bir maddedir.
G- Enfeksiyonun sebep olduğu olaylar
Ø İnflamasyon (iltihap): İnflamasyon, enfeksiyonlar veya konumuz dışındaki travma ve sıcak gibi faktörlere bağlı olarak doku harabiyetine karşı, dokuda yaratılan korumaya verilen cevaptır. Mikroorganizmalar tarafından istila edilen doku, harap olmaya başlayınca, parçalanan doku hücrelerinden (mast hücreleri gibi) açığa çıkan bazı maddeler (histamin gibi) bölgede bazı reaksiyonlara sebep olur. Dokuya kan getiren küçük damarların genişletilmesiyle o bölgeye kan akımı artar ve dokuya daha çok nötrofil gelir. Bu arada o bölgede kızarma olur. Kılcal damarların geçirgenliğinde artışa bağlı olarak, nötrofîller dokuya daha rahat geçerler. Sonuç olarak; inflamasyon (iltihaplanma); mikroorganizmaları o bölgede hapsederek vücuda yayılmalarını önlemiş olur.
Ø Ateş: Vücut ısısındaki artış olan ateş inflamasyonundoğal sonucudur. Bazı bakterilerden çıkan toksinler ve mikropları fagosite eden hücrelerden salgılanan bir kısım maddeler, vücut sıcaklığının yükselmesine sebep olurlar. Ateş, mikroorganizmaların üremelerini durdurur ve yapılarını bozarak ölümlerine yol açar. Dolayısıyla hastalıkta ateşin yükselmesi faydalıdır. Çünkü vücudun direnç gösterdiğini ve mikropları öldürmek için savaş verdiğini göstermektedir. Bu sebepten ateş çok yüksek olmadığı beyne zarar vermediği sürece düşürülmemelidir.
Ø Öksürük: Solunum yollarındaki mikropların dışarı atılmasını sağlar. Bu sebepten öksürük kesici ilâçlar hemen kullanılmamalıdır.
Ø İshal (Diyare): İshal, dışkının hızlı bir şekilde dışarı atılmasına sebep olur. Dolayısıyla ishali durdurucu ilâçlar da kullanılmamalıdır. Ancak gerek öksürük ve ateş, gerekse de ishal durumunda kişinin kendini iyi tanıması ve bağışıklık sisteminin gücünü bilip ona göre direnmesi gerekir.
Bağışıklık sistemine yönelik risk faktörleri
Bağışıklık sistemimiz yaşamımız boyunca bizi desteklemektedir. Ancak vücudumuzun normal yapısını ve çalışmasını bozan etkenler vücudumuzun direncini de azaltmakta dolayısıyla bağışıklık sistemimiz içinde risk oluşturmaktadır. Bu etkenlerin başlıcaları aşağıda açıklanmıştır:
Stres; Uzun süreli strese maruz kalma, kişilerin üst solunum yolları enfeksiyonlarına yakalanma olasılığını artırmaktadır. Stres vücudumuzdaki bazı hormonların aşırı miktarda salgılanmasına ve buna bağlı olarak da belleği ve öğrenme - algılama yeteneğini zedelemekte, öfke, yorgunluk, depresyona neden olmakta ve bağışıklık sistemini zayıflatmaktadır. Kronik streste, hastalıkla savaşan hücrelerin sık sık bastırılması sonucu vücudun enfeksiyonlara karşı direnci azalmaktadır.
Kötü Beslenme; Beslenme vücudun direncine ve mikroplara etki edebilmektedir. Protein ve enerji bakımından yetersiz ve kötü beslenme bağışıklık sisteminde görevli yapıların vücudumuzu savunma gücünü zayıflatır.
Eksik beslenme enfeksiyonlara ve bunların komplikasyonlarına zemin hazırlamaktadır. Oluşan enfeksiyon da beslenmeyi bozar ve bağışıklığı azaltabilir.
Oksijen; Oksijen kullanan her canlı, "serbest radikaller" olarak bilinen şeyleri üretir. Serbest radikaller, hücreler oksijen tüketirken oluşurlar. Yani serbest radikaller değişen oksijen molekülleridir. Serbest radikaller yaşam için gereklidir. Bu serbest radikaller kontrolsüz bırakılırlarsa, bağışıklık sistemimize zarar verme ve kronik hastalıklar gelişme riski ortaya çıkabilir.
Radyasyon; Bağışıklık sistemi, UV ışınları gibi çevresel faktörlerden kaynaklanan değişimlerden zarar görür. Bilim adamları, güneş yanıklarının insanlarda güneşe maruz kaldıktan sonra 24 saat ve daha fazla süre içerisinde kandaki beyaz kan hücrelerinin hastalıkla savaşım fonksiyonunda bir azalma görüldüğünü belirtmişlerdir. UV radyasyonuna sürekli maruz kalma vücudun bağışıklık sistemini etkileyen zararlara neden olabilir. Hafif güneş yanıkları insanlarda ki bütün cilt tiplerinin bağışıklık fonksiyonlarını baskı altına alabilir.
Yüksek gerilim hatlarının yaydığı radyasyon da insan sağlığını olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Bu etkileşim, insanın bağışıklık sistemi bozup, hastalıkların başlamasına yol açabilmektedir. Yüksek gerilim altında yerleşik insanlar, başta kanser olmak üzere birçok hastalıK açısından risk altındadır.
Alkol ve sigara; Alkolün, özellikle kronik alkol alışkanlığının ve sigaranın organizmanın immun savunması üzerinde olumsuz etkiler yaptığı kanıtlanmıştır.
Uykusuzluk; Uyku sırasında vücudumuz ve beynimiz dinlenirken bağışıklık sistemi dinlenmez. Aksine işgalci organizmalara karşı hazırlık yapar. Eğer iyi dinlenilmezse bağışıklık sistemi bozulabilir.
Bu etkenlerin dışında bazı ilaç tedavileri, yorgunluk, aşırı spor yapma, mevsimsel ve hormonal değişikliklerde immun sistemimizi zayıflatan faktörlerdendir
ENDOKRİN SİSTEM
Endokrin sistem, vücudun kontrol ve düzenleme görevini sinir sistemi ile birlikte yürüten sistemdir.
Endokrin sistem sinir sistemi birlikte çalışarak organizmanın bütünlüğünü sağlar. Endokrin sistemin başlıca üç işlevi vardır.
• Büyüme, gelişme ve üremeyle ilgili olayların başlıca düzenleyicisidir.
• Metabolik aktivite ve vücut sıvılarındaki kimyasalların yoğunluğunu ayarlayarak homeostazın korunmasını sağlar.
• Sinir sistemi ile birlikte strese karşı dayanıklılığı arttırır.
Endokrin sistem endokrin bezlerden oluşur. Bu bezler hormon denen salgıyı salgılar.
Ürettikleri salgıları kana veren bezlere iç salgı bezi bu salgılara da hormon denir. Ürettikleri salgıları kanala veren bezlere ise dış salgı bezi denir. Bu salgılara da enzim denir.
İç salgı bezleri sistemi ( endokrin sistem ) birbirleriyle iletişim halindeki farklı bezlerden meydana gelir. İç salgı bezleri insan vücudunu kontrol eden bir sistemdir. Bu sistem sinir sistemiyle birlikte vücudun çalışmasını düzenler. Vücudun olağan ve olağan dışı olaylara tepkisini ayarlar. İç salgı bezleri bu işlevini salgıladıkları hormonlar vasıtasıyla sağlar. Değişik bezlerden salgılanan çeşitli hormonlar kan yoluyla ilgili organlara ulaşırlar ve bu organlara çeşitli emirler taşırlar.
Hormon

Canlıların vücudunda bulunan bezler tarafından üretilip, kan ile taşınan maddelerdir. Her hormonun etki edeceği hücre, doku veya organ farklıdır.
Az miktarda üretilip, protein ve yağ yapısındadırlar. Vücutta hormon üreten bezler; hipofiz, tiroid, paratiroid, adrenal, pankreas ve eşey bezleridir.
Hormonlar etki yerlerine göre 3 tiptir
Genel etkili hormonlar: Kan yoluyla ulaştıkları, vücudun br çok yerinde etkili olan hormonlardır, örneğin büyüme hormonu
Hedef yapılara etkili hormonlar: Sadece belli doku ve organlara etkili olan hormonlardır.
Lokal etkili hormonlar: Sadece salgılandıkları alanda etkili olan hormonlardır.
Hormon Üreten Bezler
a. Hipofiz Bezi
Beynin tabanında hipotalamusun altında yer alır. Merkezi sinir sisteminin hipotalamus kısmı ile olan bağlantısı sayesinde diğer bezleri kontrol eden ana bezdir.

İki kısma ayrılır. Ön lobuna adenohipofiz, arka lobuna ise nörohipofiz adı verilir. Adenohipofiz, hipofizin gerçek endokrin bölümüdür. Hipotalamusta üretilen hormonlar taşıyıcı damarlar vasıtası ile adenohipofize gelir ve hipofiz hormonlarının salınmasını ya da baskılanmasını sağlar.
Nörohipofiz ile ile hipotalamus arasında sinir bağlantıları vardır.
Hipofiz bezinde üretilen hormonlar ve görevleri

Büyüme hormonu (growt hormon, GH) : Büyüme ve gelişmeyi sağlar. Özellikle kemik ve kas dokusunun gelişmesinde etkilidir. Metabolizmayı doğrudan etkiler. Büyüme döneminde fazla salgılanması devliğe az salgılanması cüceliğe sebep olur.
Tiroid stimüle edici hormon (TSH): Tiroid bezini uyararak tiroid hormonlarının sentezlenmesi ve salgılanmasını sağlar.
Prolaktin: Dişilerde gebelik döneminde memedeki süt bezlerinin çalışarak süt üretmesini ve enjeksiyonunu sağlayan hormonu salgılar.
Folikül stimüle edici hormon (FSH) : Folikül stimüle edici hormon kadınlarda her bir menstrual siklus sırasında ovaryumda folikül hücrelerinin büyümesini ve östrojen salgılanmasını, erkeklerde ise sperm üretimini sağlar.
Melanosit stimüle edici hormon (MSH) : Deriye renk verici maddeleri uyaran hormondur.
Lüteinleştirici horman (LH) : Kadınlarda ovulasyonu (yumurtlamayı), progesteron ve östrojen salgılanmasını, erkeklerde ise testesteron salgılanmasını sağlar.
b. Tiroid bezi
Tiroid bezi, boynun ön kısmına yerleşmiş olan, salgıladığı hormonlarla vücut metabolizmamızı düzenleyen ve yaklaşık 25-40 g kadar olan bir bezdir. Tam olarak yutak ve gırtlak arasında yer alır.

Gırtlağın ön tarafında bulunan tiroid bezi salgıladığı hormonlarla, vücuttaki tüm organların işleyişini ve metabolizmasını etkiler. İki çeşit hormon üretir.
Tiroksin : Vücut metabolizmasını hızlandırır. Tiroksin hormonu iyot varlığında sentezlenir. Alınan yiyeceklerde iyot eksikse tiroksin salgılanamaz ve tiroit bezi büyür. Buna guatr denir. Tiroksin hormonu az salındığında hücreler arası sıvıda sodyum ve suyun, kanda ise kolesterolün yükselmesine yol açar.
Kalsitonin : Kandaki kalsiyum ve fosfatın kemiklere geçmesini sağlar. Kanın kalsiyum ve fosfor konsantrasyonunun ayarlanmasında düşürücü etkiye sahiptir.
Paratiroid bezi : Tiroid bezinin arkasında yer alan dört küçük bezdir. Salgıladığı parathormon, kemikten kalsiyum serbestleşmesini, kemikte kalsiyum depolanmasını sağlayan osteoblastları inhibasyonunu, kalsiyumun böbrekten atılmasını azaltıp fosfor atılımını arttırmak gibi fonksiyonları yerine getirir.
c. Böbrek üstü bezleri (adrenal bezler)
İki böbreğin üst kısmına yerleşmiş bir çift bezdir. Dışta yer alan kabuk (korteks) ve içte yer alan öz (medulla) olmak üzere iki kısımdan oluşur.

Kabuk (korteks) kısmından salınan hormonlar: Adrenal korteks hormonlar steroid yapıdadırlar. Su ve iyon dengesini sağlayan hormonlardır, En önemlisi aldosterondur. Aldosteron böbreklerde iyonların (sodyum ve klor) emilimini arttırır.
Öz Bölgesinden (medulla) Salınan Hormonlar: Adrenalin ve noradrenalin hormonlarını üretir. Bu hormonlar, kavga veya kaçış durumları için gereken ani bedensel tepkileri oluşturur ve desteklerler. Adrenalin korku, heyecan, öfke anında salınır. Kan basıncını yükseltir, kalp atışlarını hızlandırır, damarları daraltır, göz bebeklerini büyütür, kılları dikleştirir.

d. Pankreas Bezi
Pankreas bezi karma bir bezdir. Ürettiği enzimleri özel bir kanalla on iki parmak bağırsağına gönderir.
Pankreas bezi salgıladığı iki çeşit hormon ile kandaki şeker dengesini ayarlar.
İnsülin, kanda şeker miktarı arttığı zaman salınır. Kandaki şekerin {glikozun} fazlasının karaciğerde glikojen şeklinde depolanmasını sağlar. İnsülin yeterli salgılanmazsa kandaki şeker oranı yükselir.bu da şeker hastalığına sebep olur. Şeker hastalığı olan kişilerin idrarında glikoza rastlanır
Glukagon ise kandaki glikoz miktarı azaldığı zaman salınır. Karaciğerde depolanmış glikojende'" gereken miktarını glikoza dönüştürerek kana geçmesini sağlar.
e. Böbrekler
Böbrekler iki değişik yapıda hormon salgılarlar.
Kalsitriol : Steroid yapıda olan bir hormondur. Vücutta kalsiyum iyonunu destekler. D vitaminin aktif şeklidir.
Eritropoietin : Kırmızı kemik iliğinden eritrosit yapımını uyarır. Böbreklerdeki düşük oksijen oranına cevap olarak salınır. Böylelikle artan eritrosit yapımı sonucunda oksijen taşıma kapasitesi de artar.
f. Eşey Bezleri
Üreme sistemi hormonlarını kadınlarda ovaryum ( yumurtalık), erkeklerde ise testisler üretirler. Eşey bezleri ergenlik çağına girildikten sonra hipofiz bezinin etkisiyle faaliyet gösterir.
Testislerde erkeklik hormonları olan androjenler üretilir. Bunlardan testosteron hormonu fonksiyonel sperm yapımını ve olgunlaşmasını ikincil cinsiyet özelliklerinin (sakal ve bıyık çıkması,kılların büyümesi,sesin kalınlaşması,kemiklerin gelişmesi erkek tipi kaslı bir vücut yapısının oluşması) ortaya çıkmasını sağlar.
Yumurtalık dişilerde bulunan bir çift bezdir. Ergenlik dönemine ulaşıldığında bu bezden östrojen ve progesteron hormonları salgılanır . Östrojen dişilikle ilgili ikincil cinsiyet özelliklerini (dişilere özgü ince ses gelişimi,üreme organlarını gelişimi,dişiye ait vücut yapısının oluşması) sağlar.
Progesteron hormonu ise gebeliğe hazırlanmada önemli rol oynar. Embriyonun gelişmesi için rahmi hazırlar, embriyonun uterin tüpü boynuna iletilmesini sağlar ve meme bezlerinin gelişmesinde önemli bir yere sahiptir.
SİNİR SİSTEMİ
Sinir sistemi
Sinir sistemi vücudun en karmaşık sistemidir ve vücut ağırlığına göre oranı %2’ dir.
Çok hücreli canlılarda birtakım iletileri, işaretleri çevreden organizmaya ve organizmanın da bir kısmından diğer bir kısmına taşımakla görevli, ileri derece farklılaşmış bir sistemdir.

Sinir sistemini oluşturan hücrelere nöron adı verilir. Basit ya da karmaşık her türlü davranış, beynin değişik bölgelerinde yer alan bir grup nöronun etkinliği ile gerçekleşir. Beynin çalışabilmesi için nöronlar arasında iletişim zorunludur. Bu iletişim, aksiyon potansiyelleri denilen elektriksel sinyallerle sağlanır. Sinir sistemi vücudun elektrokimyasal iletişim ağıdır.
Nöronların Yapısı
Bir nöron, soma, dentrid ve akson denilen üç ana kısımdan oluşur.

Soma: Çekirdek (nukleus) ve çekirdekçiği (nukleolus) ihtiva eden esas hücre kısmıdır.
Dentrid: Soma içerisinden çıkan çok sayıda dallanmalardır. Yapı olarak bir ağacın dallarını andırır. Dentridlerin görevi diğer nöronlardan gelen uyarıları alıp, nöron gövdesine iletmektir.
Akson: Gövdeden çıkan ve dallanama göstermeyen sitoplazmik uzantı kısmıdır. Her nöronda bir tane bulunur. Gövdeden çıkan akson, sinir hücresinden gelen işaretleri çevreye taşımakla görevli olup, böylece sinir hücresini diğer sinir hücreleri veya bir kas hücresi veya bir salgı bezi gibi iş yapan (effektör) hücrelerle bağlar. Mesaj iletiminde önemli rolü vardır.
Nöronlar işlevlerine göre 3 sınıfta incelenirler.
1- Duyusal nöronlar; duyuların alınmasını sağlarlar.
2- Motor nöronlar; doku, organ ya da organ sistemlerinin işleyişinde değişiklikler oluştururlar.
3- İnternöronlar; duyu ve motor nöronlar arasında yer alırlar.
Her nöron, dentritleri aracılığı ile diğer nöronlardan gelen uyarıları alır ve nöron gövdesine iletir. Bu uyarılar ya inhibitör ya da eksitatör niteliktedir. Değişik kaynaklardan gelen zıt yönlü uyarıların nöron gövdesindeki toplamına göre, nöron eksite ya da inhibe olur ve bu enformasyon nöronun aksonu aracılığıyla bağlı olduğu nöronlara ya da efektör organa (kas, salgı bezi) iletilir. Basit ve karmaşık davranış arasındaki temel fark, karmaşık davranışta daha çok sayıda ve değişik enformasyon içeren nöron gruplarının olaya katılmasıdır.
Genellikle nöronlar, dentritleri ve aksonları arasında karmaşık ilişkilerin kurulduğu birimler oluştururlar. Her birim diğeriyle karşılıklı ilişki içindedir ve her birim alınan uyarıyı modifiye ederek ilişki içinde olduğu diğer birimlere iletir. Sinir sistemi omurilikten beyin kabuğuna, hiyerarşik bir düzen içinde birbirine eklenmiş birimlerden oluşmuştur.
Nöronlar arasındaki bağlantı noktaları; Sinapslar
Uyaranların bir nörondan başka bir nörona geçişi sinaps adı verilen yapılar sayesinde gerçekleşir. Sinaps boşluğundan uyarıların (impuls) iletimi nörotransmitterler (aracı maddeler) veya mediatörler denilen maddeler sayesinde gerçekleşir. Nörotransmitterler iki sinir hücresi arasındaki bağlantıyı sağlayan kimyasal maddelerdir. Başta serotonin adı verilen madde olmak üzere henüz yapısı tam olarak açıklanamamış olan binlerce madde nörotransmitter olarak görev yapmaktadır
Sinapslarda presinaptik tarafa ulaşan aksiyon potansiyeli, bu uçtan kimyasal bir mediyatör salınmasına yol açar. Bu mediyatör postsinaptik taraftaki reseptörlerle etkileşerek, bazı iyon kanallarını aktive eder ve postsinaptik zarda elektriksel potansiyel değişikliğine yol açar. Sinaptik geçişi (transmission) sağlayan mediyatörler, nöronlar arasındaki ilişkiyi düzenleyen temel ögelerdir. Bugün 30 kadar nöromediyatörün varlığı bilinmektedir.
Sinir sisteminin organizasyonu
Sinir sistemi; merkezi (santral) sinir sistemi ve çevresel (periferik) sinir sistemi olmak üzere ikiye ayrılır.
Merkezi Sinir Sistemi
Merkezi sinir sistemi, beyin ve omurilikten oluşur.

Beyin (serebrum)
Ortalama bir erişkinin beyni 1300-1400 gramdır. Kafatası boşluğunda yer alan beyin, 100 milyar sinir hücresi (nöron) ve trilyonlarca “glia” denilen destek hücrelerinden oluşur.
Beyin ve omurilik meniks denen üç zarla koruma altına alınmıştır. En dıştaki zar dura mater adını alır ve kafatası kemiklerinin iç yüzeyine tutunur. Ortadaki zar bağ dokudan oluşan araknoid zardır. En içteki zar ise beyni tamamen saran ve besleyen pia mater denen zardır.
Beyin enerjisini glukozun yıkımından sağlar. Beyin oksijensiz ya da glukozsuz kalırsa faaliyetini yitirir.
Beynin başlıca kısımları

Serebral korteks
Serebrumun tüm kıvrımlarını örten serebral korteksin kalınlığı 2-6 mm arasındadır. Serebral korteksin sağ ve sol yarısı korpus kallosum denilen, kalın bir bant oluşturan sinir lifleri ile birbirine bağlanmıştır. İnsanlarda serebral korteksin yüzeyi pek çok girinti ve çıkıntıyla kaplıdır. Korteksdeki çıkıntılara girus girintilere ise sulkus denir. Bunlar yüzey alanının arttırılmasını sağlamışlardır.

Serebral korteksin fonksiyonu, düşünme, istemli hareket, dil, sonuç çıkarma, algılamadır.
Serebral hemisferlerden her biri vücudun zıt tarafını kontrol eder. İnsanların % 90-95’inde sol hemisfer baskındır.
Sol serebral hemisfer, sağ elin kontrolü,konuşma ve yazma dili, bilimsel ve sayısal yetenek,düşünme ve mantık ve çözümleme gibi motor alanlara sahiptir.
Sağ serebral hemisfer ise sol elin kontrolü, görme ve hayal, müzik ve sanat yeteneği, yüzlerin ve üç boyutlu şekillerin tanınması ve idrakın tamamlanması gibi özelliklere sahip motor alanlar bulunur.
Beyin sapı
Omurilik ile beyin arasındaki bağlantıyı sağlayan yapıdır. Beyin sapındaki bazı alanlar kan basıncı, kalp hızı ve solunum gibi hayati fonksiyonların düzenlenmesinden sorumludur.
Beyin sapındaki yapılar, medulla oblangata (omurilik soğanı), pons (köprü), retiküler formasyondur.
Beyin sapının omurilikle birleşen en alt kısmına omurilik soğanı (medulla oblangata) denir. Omurilik soğanı solunum ve dolaşım merkezidir. Köprü (pons), omurilik soğanı ile orta beyni birleştirir ve formasyonu oluşturur.
Retiküler formasyonun hem duyusal hem de motor fonksiyonları vardır. Serebral korteksi gelen duyusal sinirlere karşı uyarır.
Orta beyin (mesencephalon), beyin sapının en kısa bölümüdür. Görme ve işitme ile bunların başlattığı reflekslerle ilgilidir. Orta beyinde substantia nigra denen geniş ve koyu renkli çekirdekler bulunur. Dopamin salgılayan bu bölgenin hasarı sonucu parkinson adı verilen hastalık oluşur.
Serebellum (beyincik)
Beyin sapının hemen arka kısmında yer alan beyincik, merkezi sinir sistemi ağırlığının yaklaşık % 10’luk kısmını oluşturur. Serebellum, serebral korteks gibi hemisferlere ayrılır ve bu hemisferleri saran bir korteksi vardır.
En önemli fonksiyonları hareket, denge ve duruşun sağlanmasıyla ilgilidir. Kas hareketlerinin zamanlamasını ayarlar.
Omurilik ( medulla spinalis)
Omurilik omurgayı oluşturan omurlar içerisinde yer alan bir yapıdır. Vücudun büyük bir kısmı ile beyin arasında iletişimi sağlar. Hem somatik hem de visseral spinal refleks hareketlerini gerçekleştirir. Somatik spinal refleksler kas ve derideki duyu reseptörlerinden gelen uyaranlara tepkidir. Bu refleksler duruş şeklinin ortaya çıkmasını ve hareketlerin oluşmasına yardımcı olur. Visseral spinal refleksler ise iç organlardan gelen uyaranlar ile ortaya çıkar.
Beyin-omurilik sıvısı
Özellikle kandan oluşan ve açık renkli olan bu sıvı travmalarda bir su yastığı görevi yaparak beyni korur. Ayrıca beyin ile kan arsındaki besin maddesi ile atık madde değişimini sağlar. Muhteviyatında, çok az miktarda protein, oksijen, karbondioksit, sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum ve klor iyonları, glukoz birkaç lökosit ve bazı organik bileşikler bulunur.
Hipotalamus
Beynin tabanında yer alan bezelye büyüklüğünde bir yapıdır. Hipotalamus, vücut ısısının düzenleyicisidir. Eğer vücut çok ısınırsa, hipotalamus bunu algılar ve derideki kapiler damarların genişlemesini sağlar, bu da vücudun soğumasına yol açar. Hipotalamus aynı zamanda hipofiz bezini de kontrol eder. Duyguların, açlığın, susuzluğun düzenlenmesinde rol oynar.

Talamus
Talamus çevreden gelen duyusal bilgiyi alıp bunu serebral kortekse iletir. Ayrıca serebral korteksden gelen bilgileri de omurilik ve beynin diğer kısımlarına iletir. Fonksiyonu duyusal ve motor integrasyondur.
Limbik Sistem
Limbik sistem, verilen bir uyarıya karsı gösterilen duygusal cevabi kontrol etmede önemlidir. Bu sistemin pir parçası olan hipokampusun ise öğrenme ve hafıza olaylarında önemli fonksiyonu vardır.
Bazal Ganglia
Ganglia kelimesi ganglion kelimesinin çoğuludur, yani ganglionlar anlamına gelir. Bazal ganglia hareketin koordinasyonundan sorumludur. Globus pallidus, kaudat nükleus, subtalamik nükleus, putamen ve substantia nigra denilen yapılardan oluşur.
Perıferik Sinir Sistemi

Sinir sisteminin bu bölümü beyin ve omurilik dışındaki diğer sinir hücreleri ve tellerinden oluşur.
Periferik sinir sistemindeki nöron topluluklarına ganglion denir.
Periferik sinir sistemi, somatik sinir sistemi ve otonom sinir sistemi olmak üzere iki bölümde incelenir.
a) Somatik Sinir Sistemi
Merkezi sinir sistemine duyusal bilgi gönderen periferik sinirlerden ve iskelet kaslarını uyaran motor sinir liflerinden oluşur. Afferent (duyusal) ve efferent (motor) bölümlerden oluşur. Afferent bölüm kas, eklemler, tendonlar ve duyu organlarından gelen uyarıları alır, efferent bölüm ise bu uyarıları değerlendirir.
b) Otonom (visseral) Sinir Sistemi
Otonom sinir sistemi salgı bezlerini, kalp kasını ve iç organların düz kaslarını kontrol eder. Otonom sinir sistemi ikiye ayrılır: sempatik sinir sistemi, parasempatik sinir sistemi.
• Sempatik Sinir Sistemi: Duygularla paralel hareket eden sinir sistemi bölümüdür. Korku, sevinç, heyecan gibi durumlarda sempatik sinir sistemi aktive olur, kan basıncı artar, kalp hızlanır ve sindirim yavaşlar.
SSS ekstremitelerdeki kan damarları üzerine sürekli konstrüktör etkide bulunur. Korku ve öfke gibi uyaranlarla vücudu “dövüş yada kaç” reaksiyonuna hazırlar. Kalp hızlanır, göz bebekleri genişler, deri terler. Kan deri ve sindirim sisteminden iskelet kaslarına yönlendirilir, sindirim ve üriner kanallardaki sfinkterler kapanır.
• Parasempatik Sinir Sistemi: Parasempatik sinir sistemi genelde sempatik sinir sistemini dengeleme yönünde fonksiyon gösterir. Uyaranları duyu nöronları ile merkezi sinir sistemine getirir ve cevaplarını motor nöronlarla effektör organlara götürür. Parasempatik sistem kalbi yavaşlatır, tükürük ve barsak salgılarını artırır ve barsak hareketlerini artırır.
KAS SİSTEMİ
Kas Sitemi
Toplam vücut ağırlığının yaklaşık yarısını kas dokusu oluşturur.
İskeletin üzerini sararak vücudumuza esas şeklini veren ve eklemlerle birlikte hareketi sağlayan yapılara kas denir. Kaslar, kasılıp gevşeyebilen liflerden oluşan yapılardır.
İnsanlarda yaptıkları işe göre büyüklüğü ve şekli değişen 600’den fazla kas vardır.
Kas dokusu uyaranlara tepki verebilme, uyaranları iletebilme, kasılabilme, uzayabilme ve esneyebilme gibi yeteneklere sahiptirler.
Kasların fonksiyonları
*
Kaslar, çeşitli organların veya vücudun tamamının hareketini sağlar. Duruş ve hareketten sorumlu olan iskeletin üzerindeki kaslar, kemiklere bağlıdır ve eklemlerin etrafında toplanan kaslar birbirlerine zıt yönlerde hareket ederler.
*
Vücutta madde taşınmasını sağlarlar.
*
Kalp kası, kan basıncını ayarlar ve kanı tüm vücuda pompalar.
*
Düz kaslar, sindirim, boşaltım ve üreme sistemlerinin hareketini sağlar.
*
İskelet kası lenf akımına yardımcı olur.
*
Kemiklerin etrafında bulunan iskelet kasları hareketle beraber, vücut şeklinin oluşmasını sağlarlar.
*
Kaslar ısı üretiminde görev alırlar. İskelet kası bir iş yaptığı zaman aynı zamanda ısı üretir. Vücut ısısının yaklaşık %85’i kas kontraksiyonundan meydana gelir.
Kasların yapısı
Kaslar kas teli denilen çok sayıda ince kas lifinden oluşur. Kas liflerinin membranına sarkolemma, sitoplazmasına ise sarkoplazma denir. Kas hücrelerinde enerji ihtiyacı fazla olduğu için sitoplazmada kasılmayı sağlayan çok sayıda mitokondri bulunur.
Kasların yapısında aktin ve miyozin denen miyofilamentler bulunur.

Miyozin filamenti yaklaşık 200 miyozin molekülünden oluşmuştur. Miyozin başı kas kasılmaları sırasında önemli görevlere sahiptir. Miyozin başı ATPaz işlevine sahiptir.
Aktin ise proteinlerden oluşmuştur.
Kaslar kemiklere kirişlerle bağlanmıştır. Kiriş; kırmızı kasların ucunda bulunan beyaz renkli, sağlam ve kası kemiğe bağlayan kısımdır.
Kas tipleri

3 ana tip kas vardır.; iskelet kasları, düz kaslar ve kalp kası.
İskelet kasları (çizgili kaslar,istemli kaslar)
İskelet etrafında bulunan, hareketi sağlayan ve istemli olarak hareket ettirdiğimiz kaslardır. Bu kaslar, tüm kas boyunca uzayan çok sayıda liften oluşmuştur. Bu lifler de miyofibrillerden meydana gelir. Her miyofibrilde ise yanyana uzayan aktin ve miyozin filamentleri bulunur. Bu filamentler, dizilişlerinden dolayı bir koyu bir açık bölge oluşturarak miyofibrilin enine çizgili görünmesini sağlarlar.
Yüz ve mimik kasları, gövdede bulunan kol kasları, kaburgalar arası kaslar, kol ve bacak kasları isteğimize bağlı olarak hareket ettirebildiğimiz kaslardır.
Kalp kası
Sadece kalpte bulunur. Miyofibrillerin dizilişi yönünden iskelet kasına, istemsiz kasılması açısından düz kasa benzer. Kalp kası hücrelerinde bol miktarda bulunan mitokondri, kasın devamlı çalışmasını sağlar. Kalp kas lifi dallanmış ve birbiri içine geçmiş şekildedir.
Düz Kaslar
İsteğimiz dışında, kendiliğinden çalışırlar. Çalışmaları otonomik sinir sistemine bağlıdır. Vücutta en çok sindirim, dolaşım, solunum ve ürogenital sistemler gibi içi boşluklu sistemlerde bulunur. İskelete bağlı değildir. Düz kaslar barsak duvarı, damar duvarı, rahim kasları gibi iç organlarda bulunan kaslar düz kaslardır. Uzun süre yorulmadan kasılmalarını sürdürebilirler.
Kasların kasılması
Kasların kasılmasında kalsiyum ve magnezyumun rolü vardır. Kasın kasılması, miyozin moleküllerinin başından oluşan çapraz köprülerin aktin miyofilamentini çekmesi ile ortaya çıkar. Kasılan kasın boyu kısalır ve böylece bağlı bulunduğu kemiği çekerek iş yapmış olur.
Kas kasılması için gerekli enerji kaynağı ATP’dir. Enerjinin çoğu çapraz köprülerin aktin filamentlerini çekmesinde kullanılır.
Kasılmada esas enerji kaynağı besinlerle alınan karbonhidrat, yağ ve proteinlerin oksidatif yıkımından elde edilen ATP’dir.
ATP’yi yeniden oluşturabilmek için gerekli enerji kaynağı, kasta depolanmış olan glikojenden gelir.
Kasılma tipleri
İzometrik kasılma : Bu kasılma tipinde kasın boyunda önemli bir değişiklik olmaz.
İzotenik kasılma : Belirli bir yüke karşı yapılan ve kas boyunda kısalmanın görüldüğü kasılma tipidir.
Tetanik kasılma : Uyarıların hızlı bir şekilde tekrar edilmesi sonucunda kasın gevşemeden sürekli kasılması durumudur. Spazm ve kramp iskelet kasında görülen tetanik kasılmaya örnektir.
Vücut kasları
Mimik ve çiğneme kasları
Yüz mimiklerinin belirginleşmesini sağlayan kaslardır. Gülümseme, konuşma, dudak hareketleri, çiğneme sırasında gerçekleşen tüm hareketler, nefes alıp verme sırasında burun deliklerinin genişlemesini, yüzle ilgili tüm ifadelerin gelişmesini sağlayan kaslardır.
Boyun kasları
Başın sağa sola döndürülmesini, öne eğilmesini, arkaya bükülmesini, dikliğini ve boyun derisinin gerginliğini sağlayan kaslardır.
Sırt kasları
Omuzu aşağıya ve yukarıya çeken, kolun rotasyonunu (kendi ekseni etrafında dönmesini) ve addüksiyonunu (orta hatta yaklaşmasını) sağlayan kaslardır.
Göğüs kasları
M.pectoralis major, göğüsteki yüzeysel kastır, kolun addüktörü ve içe rotatörüdür. M.pectoralis minör göğsün yukarı kısmında ve derinde bulunan kastır.
Diyafram, göğüs kafesini kapatan, göğüs boşluğu ile karın boşluğunu birbirinden ayıran ince bir kastır. Nefes alıp vermede önemli bir role sahiptir. Kasıldığında göğüs boşluğunu genişletip büyüterek nefes alınmasını sağlar.
Karın kasları
Diyaframın solunum için iniş çıkışını, işeme, ıkınma ve doğum olayı ile belin öne ve yana eğilmesi gibi görevleri yerine getiren kaslardır.
Omuz ve kol kasları
Kolun orta hatta yaklaştıran, orta hattan uzaklaştıran, kolu büken , eklem açısını azaltan ve genişleten kaslardır.
Önkol ve el kasları
Önkolda ele ve bileğe doğru uzanan çok sayıda kas vardır. Önkol, el ve parmak hareketlerini sağlayan kaslardır.
Leğen ve uyluk kasları
Uyluk kemiğini büken, eklem açısını azaltan ve arttıran, tüm hareketlerini sağlayan kaslardır.
Bacak ve ayak kasları
Diz eklemini büken, ayak ekleminin içe ve dışa döndüren, ayak ve parmakların hareketlerini sağlayan kaslardır.
SOLUNUM SİSTEMİ
Solunum Sistemi
Tüm canlı hücreler yaşamlarını sürdürmek için oksijene ihtiyaç duyarlar. Solunum sistemi vücut hücrelerine gerekli olan oksijeni sağlar ve karbondioksit atığını uzaklaştırır.
Tüm canlı hücreler yaşamlarını sürdürmek için oksijene ihtiyaç duyarlar. Solunum sistemi vücut hücrelerine gerekli olan oksijeni sağlar ve karbondioksit atığını uzaklaştırır. İnsan oksijensizliğe en fazla 3-6 dakika dayanır. Canlılar oksijene enerji ihtiyaçlarını karşılamak için gerek duyarlar.
Dakikada 16-18 defa soluk alıp veririz. Bebeklerde bu sayı 30-40’a kadar yükselir. Solunum hızı omurilik sağındaki solunum merkezi yönetir
Solunum sisteminin fonksiyonları
* Havanın akciğerlere ulaştırılması
*Akciğerlerde hava ile kan arasındaki alışverişi sağlamak (oksijen ve karbondioksit değişimi)
* Solunum yüzeyini sıcaklık değişimlerinden ve diğer çevresel faktörlerden korumak
*Solunum sistemini ve diğer dokuları patojenlerin girişine karşı korumak
*Sesin oluşumunu sağlamak
*Homeostazın korunmasına yardımcı olmak
*Kaslar ile idrar çıkarmada ve defekasyonda yardımcı olmak
Solunum Sistemi Organları

Solunum sistemi burun, ağız, farinks (yutak), larinks (gırtlak), trakea (soluk borusu), bronşlar, bronsioller, ve alveollerden oluşur. Trakeadan sonra ilk dallanan yapılara bronşlar, broşlardan sonraki daha dar çaplı yapılara da bronsioller denilmektedir.
Burun
Havanın akciğerlere giriş yeridir. Burun boşluğu nasal kemiklerle desteklenmiştir. Burun boşluğunun sırt, yani dış yan kısmı damarlı solunum mukozası ile kaplıdır. Bu mukozada mukus salgısı yapan özelleşmiş hücreler bulunmaktadır.
Burun yoluyla alınan hava içerisindeki toz ve partiküller öncelikle burun kılları tarafından tutulmaya çalışılır. Böylelikle akciğerlere mümkün olan en temiz hava ulaşmış olur. Ayrıca burundan alınan havayla akciğerlere giren hava ısıtılır.
Burun boşluğunun üst kısmında doku epiteli yer alır.
Burun boşluğunun tabanında sert damak (palatum durum) bulunur.
Yutak (farinks)
Solunum sistemi ile sindirim sistemini birbirinden ayıran bölümdür. Farinksin üst bölümü (nazofarinks) yumuşak damakla ağız boşluğu ve burun boşluğunu birbirinden ayırır. Alt bölümü (laringofarinks) ise trake ve özofagusla bağlantı yapar.
Gırtlak (larinks)
Soluk alma sırasında, hava ağız ya da burundan farenkse geçer. Farenks hem yiyecekler hem de hava için ortak bir geçiş yoludur. Farinks 2 tüpe ayrılır, birisi özafagustur ve buradan yiyecekler mideye geçer, diğeri ise larinksdir ve bu da havayolunun bir parçasıdır. Farenks sesin çıkartıldığı yerdir. Ses telleri larinkste bulunur, geçen havanın bu telleri titretmesi ile ses oluşur. Larinks trakea denilen uzun bir tüpe açılır.
Soluk borusu ( trakea)

Trakea yaklaşık 2-5 cm genişliğinde ve 10 cm kadar uzunlukta olan boru şeklinde bir yapıdır. Trakea sağ ve sol 2 tane ana bronşa ayrılır. Bir bronş sağ akciğere bir bronş da sol akciğere girer. Ana bronşlar akciğere girdikten sonra dallanması devam eder, ve her bir dallanma daha dar, daha kısa, ve daha çok sayıda tüp oluşması ve ağaç gibi bir yapı oluşturması ile sonuçlanır. Bu küçük dallanmalar bronşiyol olarak adlandırılır. Bronşiyoller bronşlara göre daha fazla düz kas içerirler.
Akciğerler
Göğüs boşluğu içerisinde en fazla hacmi kaplayan akciğerler 2 tane olup, süngerimsi yapıda, rengi açık pembe olan organlardır. Akciğerler dıştan göğüs kafesi ve alttan da göğüs ve karın boşluğunu ayıran diyaframla çevrilmişlerdir.
Sağ akciğer 3, sol akciğer 2 bölümden yapılmıştır. Bu bölümlere lob denir. Sol akciğerin 3. lobunun yerlni kalp almıştır.Sağ akciğer lobu, sol akciğere göre % 10 daha büyüktür.

Akciğerlerin çok önemli olan ıki görevi vardır. Dışarıdaki havayı alıp (soluk alma), hava içindeki oksijenin alveollerin etrafındaki kılcal kan damarlarına geçmesini ve organlardan kirli kanla gelen karbondioksidi alveollere alıp dışarı atılmasını (soluk verme) sağlar.
Akciğeri örten çift katlı zara (membran) plevra adı verilir. Bu membranın akciğerin dış yüzeyini saran saran tabakasına visseral plevra, göğüs kafesinin iç yüzündeki tabakasına ise parietal plevra denir.
Bu zar, akciğerleri sarma ve koruma fonksiyonunun yanında, içerdiği sıvı sayesinde akciğerlerin rahatça daralıp, gevşemesini sağlar.
Akciğerlere iki grup atardamardan kan gelir. Akciğeri besleyen kan, bronkial arterden gelir. Kirli kanın temizlenmek üzere geldiği damar ise pulmoner arterdir.
Bronşlar akciğerlerin içinde bronşcuklarla devam eder. Bronşcukların ucunda üzüm salkımına benzeyen alveol denilen hava keseleri bulunur.
Akciğerlerin fonksiyonel birimleri olan alveoller, küçük ve içi hava dolu keseciklerdir. Her bir akciğerde 300 milyondan fazla alveol bulunur. Alveoller kılcal kan damarları ile çevrilidir Görünüşü üzüm salkımına benzer.

Gaz değişiminin (karbondioksit-oksijen) gerçekleştiği yer olan alveoller yaklaşık 25 mikrometre çapındadır.
Alveole giren havadaki oksijen kılcal kan damarlarına geçer. Kirli kandaki karbondioksit de yine alveollerde tutularak dışarı verilir. Buna hücre dışı solunum denir.
Alveoller fagositik alveolar makrofajlara sahiptirler. Bu makrofajlar (savunma hücreleri) alveole giren mikroorganizma veya toz partikülleri gibi yabancı maddeleri yok ederler.

Solunum olayı
Alveollerin yalnız epitel dokudan yapılmış incecik duvarları vardır. Alveol duvarlarının dış yüzeyleri atar ve toplardamar kılcallarıyla bir ağ gibi sarılmıştır. Akciğer atardamarı aracılığıyla alveollerin dış yüzeylerine sürekli olarak karbon dioksit yüklü kan gelir. Buna karşın, alveollerin içine de hava borularıyla oksijen yönünden zengin hava girer ve ince duvarları aracılığıyla, içlerinde havayla kan arasında bir gaz alışverişi olur. Sayısı yaklaşık dört yüz milyon civarında olan alveollerin akciğerlerde oluşturdukları gaz alışveriş yüzeyi oldukça büyüktür. Derin bir soluk alma sırasında alveollerin yüzeyi, yani solunum yüzeyi toplamı yüz metrekareye yükselir. Bu yüzey, bir insanın vücut yüzeyinin yaklaşık elli katı demektir.
Alveollerin ince duvarlarının dış yüzeylerine gelmiş olan kandaki karbon dioksit miktarı, alveoller içindeki havaya oranla çok fazladır. Oksijen miktarı ise bunun tam tersidir. Aradaki bu gaz yoğunluğu farkı nedeniyle bir geçişme olayı olur. Kanın plazması ve alyuvarlarla getirilmiş olan karbon dioksit alveol duvarından alveollerin içine geçer. Bu sırada alveollerin içindeki oksijen de kana geçer ve kanın alyuvarlarındaki hemoglobin tarafından kimyasal olarak bağlanır. İçinde demir bulunan hemoglobin, oksihemoglobin haline dönüşür. Alveollerin yüzeyinde oksijence zenginleşen kan, toplardamar kılcalları ağıyla toplanarak akciğer toplardamarı yoluyla kalbin. Sol kulakçığına getirilir. Kalbin pompalaması sonucu, oksijence zengin olan kan, sol karıncığa, sol karıncıktan aort ve kolları aracılığıyla tüm vücut hücrelerine yayılır. Hücrelere yanaşan alyuvarlar, akciğerlerden beri taşıdıkları oksijeni hücrelere verirler ve hücrelerdeki biyolojik yanma kalıntısı olan karbon dioksiti ve diğer artık maddeleri alırlar.
Diyafram kası
Göğüs boşluğunun alt kısmını kaplayan yassı bir kastır. Aşağı-yukarı kasılıp gevşeyerek göğüs boşluğunun hacmini değiştirir. Bu nedenle akciğerlere hava girişi ve çıkışı kolaylaşır. Ayrıca göğüs kasları kasılıp gevşeyerek kaburgaların açılıp kapanmasını ve akciğerlere havanın girip çıkmasını sağlarlar
Diyafram aşağıya doğru çekilip, göğüs kasları kasıldığında kaburgalarımız yukarı kalkacağından, göğüs boşluğunun hacmi genişler. Akciğerlere hava dolar, soluk alırız. Diyafram yukarı doğru şişkin; kaburgalarımızı hareket ettiren kaslar gevşek iken göğsümü-zün hacmi küçülür. Bu durumda dışarıya hava verilir.
Soluk almada ilk olarak kaburgalar arasındaki kaslar, diyafram kası kasılır. Göğüs boşluğu ve genişler akciğerler genişler. Akciğerlerdeki hava basıncı düşer ve oksijen alveollere kadar gelir.
Soluk vermede ise kaburgalar arası kaslar ve diyafram kası gevşer. Göğüs boşluğu ve akciğerler daralır. Son olarak da alveollerdeki karbondioksit dışarı atılır.
HAREKET SİSTEMİ
HAREKET SİSTEMİNDE BACAK KOL VE KASLAR ÇOK ÖNEMLİDİR.